19 Mart 2011 Cumartesi

Kellog Paktı

               Birleşik Amerika’nın I. Dünya Savaşına katılışının onuncu yıl dönümü dolayısıyla, Fransa Dışişleri Bakanı Aristide Briand 6 Nisan 1927 günü basına verdiği bir demeçte, Amerika ile Fransa’nın aralarındaki münasebetlerinde savaşı kanun dışı eden karşılıklı taahhütte bulunmaları teklif etti. Fransa’nın amacı sadece bir jest yapmaktan ibaretti. Çünkü Fransa ile Amerika arasında bir savaşa kadar gidebilecek bir menfaat çatışması yoktu ve böyle bir taahhüdün çok az önemi olabilirdi. Lakin Amerika’nın yakın bir dostu haline gelmek suretiyle Fransa’ya Avrupa’da özel bir prestij sağlayabilirdi.
            Amerika’nın bu teklife tepkisi ilk önce yavaş oldu. Lakin pasifizm duygularının bu sırada Amerikan kamu oyunda gittikçe kuvvetlenmesi üzerine Amerika Dışişleri Bakanı Kellogg, 1927 aralık ayında Briand’ın teklifine verdiği cevapta, “savaşı bir milli politika aleti olarak kullanmaktan vazgeçme” taahhüdünün, dünya çapında, bütün devletlerce imzalanacak çok taraflı bir antlaşmada yer almasını ileri sürdü. 1928 nisanında da Kellogg bu teklifini İngiltere, Almanya İtalya ve Japon hükümetlerine resmen bildirdi. Almanya bunu derhal kabul etti. Onu İtalya ile Japonya izledi. Lakin Fransa ile İngiltere böyle geniş çapta bir taahhüdü kabulde bir hayli tereddüt geçirdiler. Çünkü bu sırada Fransa ittifak sistemleri politikası izlemekteydi ve böyle bir taahhüt de bu politikanın ruhuna aykırıyrı. Lakin İngiliz ve Fransız kamu oyları Kellogg’un teklifini o kadar destekledirler ki, iki memleketin hükümetleri de bunu kabul zorunda kaldılar.
            Briand- Kellogg Paktı veya Paris Paktı adlarını da alan Kellogg Paktı, 27 Ağustos 1928 de ilk önce dokuz devlet arasında (Birleşik Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Polonya, Belçika ve Çekoslovakya) imzaladı. Bu antlaşma ile tarafla, savaşı milli politikalarına alet etmeyeceklerini, anlaşmazlıkların çözümü için savaş yoluna gitmeyeceklerini, savaştan vazgeçtiklerini ve bütün anlaşmazlıkları için daima barışçı vasıtaları kullanacaklarını taahhüt ediyorlardı.
            Bununla beraber, Fransa ve İngiltere bu antlaşmayı bazı rezervlerle kabul etmişlerdi. Fransa’nın rezervine göre, bu antlaşma ile alınan taahhüt meşru savunma hakkını ortadan kaldırmayacaktı ve imzacı devletlerden birinin bu anlaşmadaki taahhütünden vazgeçmesi halinde, diğerleri de otomatik olarak taahhütlerinden kurtulacaklardı. İngiltere ise, imparatorluk bölgelerini kastederek, dünyanın bazı ölgelerinde hareket serbestisini mahfuz tuttu.

1928 yılı sonuna kadar Kellogg Paktına, Sovyet Rusya da dahil 46 devlet daha katılmıştı. Birleşik Amerika Sovyet Rusya’yı henüz tanımadığı için, Sovyetler orijinal imzacılar arasına davet edilmemişti. Bu sebeple Kellogg Paktını, Batılıların, Sovyet Rusya’yı izole etmek, çember için almak ve Sovyet Rusya’ya karşı mücadele etmek için kurdukları bir kombinezon olarak karşılamışlardır. Fakat Fransız hükümetinin daveti üzerine 1928 ekiminde Sovyet Rusya da bu Pakta katılmıştır. Fakat Paktın yürürlüğe girmesi için, bütün devletlerin tasdik belgelerini amerikan hükümetine tevdi etmeleri gerekiyordu. Ve bu da epey bir zaman alacaktı. Bu sebeple Sovyetler batılılardan da ileri gidere, bazı devletlerle Kellogg Paktının güttügü aynı amacı kapsayan Litvinof Protokolü’nü imza etmişlerdir.
            Kellogg Paktı, bütün dünyaya getirdiği yaygın barış havası dolayısıyla iki savaş arası devresinin önemli bir olayını teşkil eder. Bununla beraber, bu barışçı hareket birçok noksanlıklara sahip bulunmaktaydı, bir defa antlaşmada savaşın ne olduğu tarif bile edilmemişti. Bu ise kötü niyetlilere açık bir kapı bırakıt. İkinci olarak. Belki Amerika hariç büyük devletlerin hemen hepsi samimiyetten yoksundu. Sovyetlerin davranışını biraz önce belirttik. Fransa ise bu paktı bir Amerikan-Fransız dostluğunun gösterisi haline getirdi. Paktın imzasında 1778 Amerikan-Fransız ittifakının imzasında kullanılan mürekkep hokkası kullanıldı.[1]  


[1] Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, 20.yüzyıl Siyasi Tarihi, İst. 2007, S.221-222

Osmanlı'da Basın


Osmanlı yönetimi 18. yüzyılın ortasından beri Avrupa’daki gazetelerin varlığından haberdardır. İlgisi tabii sadece siyasal düzeydeydi. Fransız Devrimi sırasında İstanbul’da Fransız elçiliğince çıkarılan )1795) Bulletin des Nouvelles (Haberler Bülteni) ve sonra Gazette Francaise de Constantinople ( İstanbul’un Fransız Gazetesi) Napolyon’un Mısır’ı işgali sırasında yayınlattığı gazetelerle de siyasi düzeyde ilgilenilmiş, ancak bunlardan örnek alma yoluna gidilmemiştir. Sadece bundan doğan gereksinmeyle Babiali’de Tercüme Bürosu kurulup Avrupa gazetelerinin orada girişilmiştir.
1820’li yıllar Osmanlı topraklarında hem basımevi, hem de basın açısından yeniden bir canlanmanın hissedildiği dönemdir. İlk olarak 1819/1820’de Mısır’da vali Mehmet Ali Paşa’nın girişimiyle Bulak Matbaası’nın kurulması ve 1822’de ürünlerini vermeğe başlaması olayı var. Yayınlarından yarısından fazlası Türkçe, gerisi Arapça’ydı. Bunlar İstanbul’da da ilgi toplayınca İstanbul’daki basımevinin de canlandırılması yoluna gidildi.1815’de Napolyon Savaşları’nın sona ermesi Akdeniz’de ticaretin gelişmesine yaradı ve İzmir mbüyük ilerleme gösterdi. Marsilya, İtalyan ve İngiliz limanlarıyla yakın ilişkide bir tüccar grubu belirdi ve karşılıklı haber ihtiyaca da son derece arttı. Bunun sonucunda, 24 Nisan 1821’de Charles Tricon’un kurduğu Fransızca Le Spectateur Oriental (Doğulu Seyirci) isimli gazete piyasaya çıktı. İçeriği ve yapısı Avrupa gazeteleri ayarında olduğu için ilgi ile karşılandı. Asıl amacı ticaret ve kültür olduğu halda , çıkışından bir ay sonra Yunan ayaklanmasını başlamasıyla hiç beklemediği şekilde tamamen siyasal bir niteliği bürünmek zorunda kaldı, çünkü İzmir’in ticareti Ege Denizine yayılan Rum korsanlar yüzünden tamamen durmuştu.
            Gazete önce Fransız Devriminden aldığı esinle yunanlıları destekleyince hem İzmirli tüccar müşterilerinin hem de Babıalini şimşeklerini üzerine çekti. Pülitikasını daha sonra da sahibini değiştirmek zorunda kalıd. Yazarlıkla başlayıp sonra sahipliği de alan Fransız avukat Alexandre Blacque (Blak Bey) hem bunda hem de daha sonra çıkardığı Le Courrier de Smyrne ( İzmir Habercisi) gazetesinde yoğun bir Osmanlı yanlısı kampanya yürüttü. Yunan rus İngiliz ve Fransız politikalarını eleştirdi. Avrupa’nın Doğu işlerindeki bilgisizliğini ve “uygarlığa ihanet niteliği taşıyor” dediği davranışlarını örneklerle ortaya koyud. II. Mahmut’un başlattığı kendi deyimiyle Türk Devrimi’ni Fransız devriminin çizgisinde bir evrensel adım olarak selamladı ve “Türklerin de insanlar cemiyetinde yerini alma hakkı olduğunu” savundu. Batılı kafasını ve mantığını çok iyi bilen biri tarafından yapılan bu savunma son derece büyük etki yarattı. İzmirli Gazetecinin makaleleri Avrupa basınında yer alıyor. Sultan tarafından çevirtilip okunuyordu. İstanbul’daki Fransız İngiliz, Rus Avusturya, Prusya elçileri hükümetlerine yöneltilen eleştirilere sıra sıra karşı çıktılar. Kapatılması için Babıali’yi sıkıştırdılar. Basın Hukuku kavramının bilmeyen Omanlı yönetimi bu başvuruya da kapitülasyonlar çerçevesinde çözümlenecek bir Avrupalılar arası sorun diye algılmayı tercih ederek kararı Fransız elçisine bıraktı.
            Açık ve serbest kamuoyu fikrine yabancı olan ve yüzden ayaklanmalırının ilk ayında çocuk kadın 15 bun Türk’ü öldüren  Yunanlıların, basınlarının yardımıyla yine de Avrupa’da haklı görülmesine ve Türk vahşetinden bahsettirmesine şaşan Babıali, kendisini karşılık beklemeden Hıristiyanlara karış savunan bu hıristiyandan çok mamnundu. Ama onu nasıl destekleyeceğini bilemiyordu. Daha sonraları Sırplar, Bulgarlar ve Ermeniler de aynı taktiği uygulamışlar ve Babıali yine aciz kalmıştır. Blak bey örneği bu durumda Avrupalı gazeteci ya da o dönemdeki ismiyle “publiciste” kullanarak karşı gelinebileceği öğretmiş oldu. Babıali bu konuda daima Avrupalı gazetecilerin yardımlarını gereksinmiş ve Avrupa basını tarafından yönlendirilmiştir. Osmanlı basınını damgalayan ögelerin başında bu gelir. Osmanlı basınında davranışlarını daima Avrupa basınına göre ayarlamak gereksinmesi böylece doğmuştur.
Avrupa basınıyla sorunları olan sadece Babıali değildir. Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Paşa da, büyük ihtirasları yüzünden Avrupa gazetelerine konu teşkil ediyor ve bunları hemen çevirtip okutuyordu. Bunları kendi görüşlerini aktardığı da oluyordu. Bununla ilgili olmayarak ve sadece idareci kadrosunun kendi çizdiği yolda otomatikman çalışmasını sağlamak amacıyla her idari birimden gelen haber ve raporları toplayıp değerlendiren Jurnal Divanı da kurmuştu. Bunların önemlileri bir bülten halinde Curnal al Hidivi adı altında yüz adet basılıyor ve bilgileri için en yakınlarına dağıtılıyordu. Bu hizmete özel kapalı bir yayındı. İhtiyaçlar ve ilgilenecek kadrolar artınca Curnal al Hidivi’yi bütün idarecilerin yararlanabileceği bir şekilde dönüştürme düşüncesi belirdi. Bu sırada 1827’de bir Fransız’ın İzmir’deki gibi, ticari niteliği ağır basacak bir Fransızca gazete kurmak için başvurması da Mehmet Ali’yi etkilemiş olmalıdır. Aslında Kavalalı Babıali’den çok daha tekelci bir kişiliğe sahip olduğu ve yabanca tüccarları bile ülkesinde zor yaşattığı için Fransız’a gerekli izin vermedi. Sonunda 20 Kasım 1828 yılında Kahire’de yarısı Türkçe yarısı Arapça ilk yerli gazete Vekayi Mirsiye yayına başladı. Bundan üç yıl sonra, 1831’de de II. Mahmut İstanbul’da kendi resmi gazetesi Takvim-i Vakayi yi yayınlattı.
            İlk gazetenin toplumsal etkilerine ve işlevlerini incelemeğe geçemeden önce bu olgunun besımevinin canlanması dönemi ile aynı zamana rastlamasının etkisi üzerinde durmak istiyoruz. Bulak basımevi ilk 14 yılında yılda ortalama 6 kitap yayınlamış, sonra bu miktarı iki misline çıkarmıştı.bu ise çok büyük bir rakam değildi. Bu İstanbul’da da aynıdır. Kitapla karşılaştırıldığında doğal olarak gazete yayını çok daha yoğundu. Yani halka kitaptan çok gazete ulaşıyordu. Basımevi ve basını aynı anda başlaış olmasının önemi türk ve İslam toplumlarının Batının yaşamış olduğu dört yüz yıllık basılmış kitap kültürünü sindirmeden kazete kültürü ile tanışmış olmalarındandır. Kitap kültürü ileri düzeyde uzmanlaşmış kadrolar yetişirken gazete kültürü geniş kitlelerin gündelik bilgilere sahip olmalarını sağlıyordu. Osmanlı toplumunda ve bütün İslam toplumlarında ise bu 400 yılın bilgi birikimini sağlayan kitap yayınlarına ulaşmadan gazete kültürünün ağırlık taşıdı bir döneme giriliyordu.
Yayın alanında gazetenin kitabın önüne geçmesinin bir etkisi de kitap olarak yayınlanacak nitelikteki birçok konunu önce bir gazetede tefrika edilmesi ve bu dizilmiş metinlerin dağıtılmayarak ayrıca kitap olarak basılması alışkanlığının yerleşmesinde görülür. Bu uygulama 20. yüzyılın başlarında da devam etmiştir. Dolayısıyla gazete izlemek genelde kitap yayınlarını izlemek külfetini de ortadan kaldırıyor ve bu anlamda basının önemini artırıyoru. Toplumumuzdaki kitap okuma alışkanlığnı sınırlı kalmasında bu etkeni de akılda tutmak gereklidir.
Önceliğin gazetede olması, benimsenmek istene yeni kültürün çok önemli bir öğesinin de ters yönde işlemesi sonucunu yaratmıştır. Genellikle kitap ister pozitif ya da sosyal bilimleri isterse edebiyatı içersin, bir olayın geçmişteki evrimini iyice saptayıp buradan günün ve geleceğin belirlenmesine yarar. Aydınlanmanın düşünce dünyasına progress (sürekli ilerleme) anlaşını yerleştirmesi bu sayede olmuştur. Batı toplumları yoğun araştırmalarla kendi geçmişlerinin çözümünü belirleyip bunu kitaplarla yayınlamış ve böylelikle gazete sütunlarını bu ileriye bakış çerçevesinde kullanma olanağına kavuşmuşlardır. Türk ve İslam toplumlarında ise basın geçmişin bilimsel çözümlerine dayanmadan doğrudan doğruya yaşanan güncel gerçeğe ve geleceğe ağırlığını koymuştur. Temeli eksik bu yaklaşımın gazete kültürünün egemen olduğu Osmanlı toplunun hemen sonuna kadar fikir hayatımızı etkilediği ve birçok çelişkinin sebebi olduğu daima hatırlanmalıdır. [1]


[1] Orhan Koloğlu, Osmanlı’da 21.yüzyıla Basın Tarihi, pozitif yay. İst. 2006 S. 21-25

14 Mart 2011 Pazartesi

Adıyaman Tarihi

Adıyaman, tarihin bilinen en eski yerleşim yerlerinden biridir. Adıyaman Palanlı Mağarasında yapılan incelemelerde kent tarihinin M.ö. 40.000 yıllarına kadar uzandığı anlaşılmıştır.

Yine Samsat-Şehremuz Tepe'deki tarihi bulgulardan M.ö. 7.OOO yılına kadar Paleolitik, M.O. 5.000 yıllarına kadar Neolitik, M.Ö. 3.OOO yıllarına kadar Kalkolitik ve M.O. 3.0OO-1.200 yıllan arasında da Tunç Çağı dönemlerinin yaşandığı anlaşılmıştır. Bu dönemde bölge Hititlerle Mitannilar arasında el değiştirmiş ve Hitit Devletinin yıkılmasıyla (M.Ö. 1.200) karanlık bir dönem başlamıştır. M.Ö. 1.2OO'den Frig Devletinin kuruluşu olan M.Ö. 750 yıllan arası dönemle ilgili olarak yazılı kaynağa rastlanmamıştır. Ancak; bu dönemde yöre, Asur etkisine girmeye başladığından, Samsat'ta bulunan Asur etkili mühürler ve Kahta Eskitaş Köyünde bulunan Hitit Hiyeroglifi ile yazılmış kitabeler, Anadolu'daki tarihi silsilenin ilimizde de aynen devam ettiğini, göstermektedir. Bu dönemde Adıyaman ve çevresinde Hitit Devletinin yıkılmasıyla ortaya çıkan Geç Hitit şehir devletlerinden biri olan Kummuh Devleti hüküm sürmüştür.

M.Ü. 9OO-70O yılları arasında yöre Asur etkisinde kalmakla birlikte, Asurlular tam olarak egemen olamazlar. 6. yüzyılın başlarından itibaren yöreye Persler hakim olur ve yöre Satrap'lar (Valiler) eliyle yönetilir. M.O. 334 yılında Makedonya Kralı Büyük iskender'in Anadolu'ya girmesiyle Pers'ler hakimiyetini kaybetmiş ve M.ü. 1. yüzyıla kadar yörede Makedonyalı Selev-kos Sülalesi hüküm sürmüştür. Bu sülalenin gücünün zayıfladığı sıralarda, Kral Mithradetes l Kallinikos Kommagene Krallığının bağımsızlığını ilan etmiştir (M.O. 69).

Başkenti Samosota (Samsat] olan Kommagene Krallığı, egemenliğini MS. 72'ye kadar sürdürmüş, bu tarihte yöre Roma imparatorluğunun eline geçmiş ve Adıyaman Roma imparatorluğunun Syria (Suriye) Eyaletine, 6. Lejyon olarak bağlanmıştır. Roma imparatorluğunun 395 yılında Batı ve Doğu Roma olarak ayrılmasıyla, Adıyaman Doğu Roma imparatorluğuna katılmıştır. 643 yılından itibaren bölgeye İslam akınları başlamakla birlikte İslam hakimiyeti ancak 670 yılında Emevi'lerle kurulabilmiştir. 758 yılında ise, II, Abbasi komutanlarından Mansur Ibni Cavene'nin hakimiyetine girer. 926 yılına kadar Abbasi hakimiyetinde kalan H'de bu tarihte Hamdanüerin egemenliği başlar. 958 yılında yöre yeniden Bizanslıların eline geçer.

1114-1181 yıllan arası yöreye Türk akınları olur. 1204-1298 yılları arasında Samsat ve yöresini Anadolu Selçukluları ele geçirir. 1230 ve 1250 yıllarında Moğol saldırılan yaşanır. 1298'de yöre ve bölge Memlüklerin eline geçer. 1393 yılında Adıyaman bu kez de Timurlenk tarafından yağmalanır.

Büyük bir istikrarsızlığın olduğu Orta çağ boyunca Adıyaman Bizans, Emevi, Abbasi, Anadolu Selçukluları, Dulkadiroğullan arasında el değiştirmiş ve nihayet Yavuz Sultan Selim'in Iran seferi sırasında 1516 yılında Osmanlı topraklarına katılmıştır. Osmanlı topraklarına katılan Adıyaman, başlangıçta merkezi Samsat'ta bulunan bir Sancakla Maraş Beylerbeyliğine bağlıyken, Tanzimat’tan sonra bir kaza olarak Malatya'ya bağlanmıştır.

Cumhuriyetin kuruluşundan 1954 yılına kadar eski idari yapısı korunarak Malatya'ya bağlı kaza konumunda olan Adıyaman 1 Aralık 1954 tarihinde 6418 sayılı Kanunla Malatya'dan ayrılarak müstakil il haline gelmiştir.

Kürt Ermeni İlişkileri

          Ermeniler ile Kürtlerin ilişkileri çok eskiye dayanır. Ermeni tarihçiler, Ermenilerin bugünkü Doğu Anadolu ve Kafkasya’ya MÖ 2200 yıllarında Balkanlardan geldiklerini öne sürmektedir. Ancak Ermenilerin dışındaki büyük bir çoğunluk bu iddiaya katılmakta ve bölgeye MÖ 7. yüzyılda geldiklerini savunmaktadır.
            Hangi tarihi kabul edersek edelim asıl olan, Kürtlerle Ermenilerin en az iki bin eş yüyıl komşu olarak iç içe. Birlikte yaşadığıdır. Ermenilerin MS 301 yılında, kralları 3. Tiridates’in Kayser’ vaftiz edilmesiyle Hıristiyan olmaları, Kürtlerin ise 637 yılından itibaren Müslümanlığı seçmeleri bu durumu değiştirmemiştir.
            Bazı dönemlerdeki iktidar mücadelesi ve rekabetler dışında Kürt hükümdarları ile Ermeni beylik ve krallıkları arasındaki ilişkiler genelde dostane olmuştur.
            Lusignan Hanedanı’ndan Kilikya Ermeni Kralı 4. Levon’un 1375 yılında Memluklulara esir düşmesiyle son Ermeni Krallığı sona ermiştir. Yunanlı ünlü General Ksenefon MÖ 401 yılında yazdığı Anabasis (on binlerin dönüşü ) adlı eserinde Ermenistan sınırını Botan Nehri’nin kuzeyi olarak belirtmekte, Kürtlerin ataları kabul edilen Karduklarla Ermeniler arasındaki sınırın Botan Nehri olduğunu söylemektedir.
Ksenefon’un anlattıklarından bugünkü Siirt şehri, Kürt ermeni sınırı olarak anlaşılmaktadır. Ancak tarih içinde Ermeniler, bu sınırlarda güneyde Halep-Diyarbakır-Musul hattına, güneybatıda Sivas, Malatya, Maraş ve Kilikya’ya , Kürtler ise kuzeyde Ermenistan içlerine, batıda da İç Anadolu’ya kadar yayılmışlardı.
            Kürtlerle Ermenilerin yoğun biçimde yan yana yaşadıkları Diyarbakır, Harput, Bitlis, Van, Erzurum vb. bölgelerde ticaret ve zanaatlar genellikle Ermenilerin denetiminde idi. Örneğin Van’da ticaretin % 98’i tarla tarımının % 80’i, 18 ithalat ve ihracatçının tamamı, 50 tefecinin 30’u 1100 zanaatçıdan eczacı, avukat gibi serbest meslek sahiplerinin tamamı Ermeni idi. Ermenilerin şehir nüfusunun % 35’ini oluşturdukları Sivas’ta da durum benzer şekildeydi. Top1am 166 tüccarın 125’i 37 bankacıdan 32’si 153 imalathanenin 130’u Ermenilerindi. Ermeniler yalnız doğu ticaretinin egemeni değil, Avrupa’nın büyük kentlerindeki ticarette de büyük pay sahibiydiler. [1]



[1] Altan Tan, Kürt Sorunu, Timaş Yay, İst. 2009, S. 145-146

Kürt Rus İlişkileri

Kürt- Rus ilişkileri ise daha eskidir. Kürt-Rus ilişkileri Rus Çarlığı’nın Kafkasya’yı ele geçirmesi, İran ordusunu yenmesi, Ermenistan ve Azerbaycan’ı işgal etmesi sonucu Kürtlerle komşu olmasıyla başladı. 1827’de Erivan Hanlığı’nın Rusların eline geçmesiyle o bölgede yaşayan önemli sayıda Kürt, Rus egemenliği altına girdi. Ruslar bu Kürtlerin bir kısmını Dağlık Karabağ yöresine yerleştirdi. Gerek bu önemde ve gerekse 1854-1856 yılları arasındaki Kırım Savaşı’nda, bazı Yezidi Kürt aşiretlerinin dışında Müslümün Kürtler, Osmanlı ordusunun saflarında Ruslara karşı savaştı.
            1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında ise bizzat Şeyh Übeydullah-ı Nehri ile oğlu Seyyid Kbdülkadır ve Şeyh Celadet Arvasi (Karman İnan’nın dedesinin babası) komutasındaki Kürtler Osmanlı ordusuna katılarak Ruslarla savaştı.
            Bu dönemde Nakşibendi şeyhi olan Şelp Şamil’in Kafkasya’da Ruslara karşı verdiği savaşa kendilire de aynı tarikata mensup olan Şeyh Ubeydullah ve Şeyh Celadeddin’in Kürdistan’dan destek oldukları anlatılmaktadır. Hepsinin ortak şeyhi Süleymaniyeli Mevlana Halid-i Şehrozori’dir. Rusların son Botan Beyi Yezden Şer’e kendileriyle ittifak kurması için haber gönderdikleri, ancak Yezdan Şer’in bunu reddettiği bazı Rus kaynaklarında belirtilmektedir.
İttihat ve Terakki Partisi’nin Türkçü, Turancı siyasetini belirginleştirdiği ve imparatoluktaki diğer halklarda olduğu gibi sonrasında Abdürrezzak Bedirhan, Simko, Kör Hüseyin Paşa ve Şeyh Abdüsselam Barzani gibi bazı Kürtler Ruslarla ilişkiye geçerek onların desteğini almaya çalıştı. Ancak Ermeni ayrılıkçı siyasi hareketlerini destekleyen Ruslar, siz konusu Kürtlere ciddi bir destek vermeyip sadece Maku yöresinde bir Kürt okulu açılmasına için verdiler. Birinci Dünya Savaşı’nda ise Kürtler bütün güçleriyle Ruslara karşı koydular. [1]


















[1] Altan Tan, Kürt Sorunu, Timaş yay., İst. 2009, S. 141-142

Osmanlıda Kardeş Katli


Batı dillerindeki “fratricide” kelimesinin tam karşılığı, kardeşlerin öldürülmesidir. Fakat bu kelime Osmanlı hanedanının tarihi ile beraber ele alındığında çoğunlukla daha geniş bir anlamda kullanılmıştır. Bu tabir, padişahın saltanatı için varlığı muhtemel bir tehdit olarak devam eden veya bazı hallerde padişaha varis oma ihtimali olan ailenin erkek üyelerinden herhangi birinin idamını içine alacak şekilde genişletilmiştir. Bu uygulama babaların amcaların, yeğenlerin, kuzenlerin, oğulların ve erkek torunların idamını da içine alır. Bunlardan bir iki kategoriye, yani oğullara  ve erkek torunlara genellikle açık bir isyan durumunda uygulanırdı ailenin kadın üyeleri, saltanata geçemedikleri veya böyle bir şey mümkün olmadığı için bu uygulamanın dışında tutuldular. Ancak yine de bir kısmı bu uygulamaya muhatap olarak şiddetli bir ölümle karşılaştılar.
            Kardeş katli olayı en fazla tahta yeni geçen ve durumunu rakiplerine karşı güçlendirmek isteyen yeni padişahlar; nadiren de kendi istediği oğlunun tahta geçmesini temin için yaşlı padişahlar tarafından uygulanmıştır. Bu durum muhtemelen Doğulu hanedanlar için adeta kader olan ve imparatorluğu yaygın bir hastalık konumunda bulunan parçalanmadan korumak için abartılı bir eğilim olarak ortaya çıkmıştır. Bu tür acımasızca öldürmenin temel onayı, sadece tek bir yüce idarecinin bulunması gerektiği ilkesinden alınıyordu. Bu kural Cem tarafından kendisinin de sultan olmak için yetersiz olduğunu ortaya koyan imparatorluğu II. Beyazıt ile paylaşma öneresi ile çiğnenmek istendi.
            Osmanlı idaresinin il 150 yılında Kardeş Katli meselesi izole edilmiştir. Ancak II. Mehmet döneminde buna yasal onay verilmiş ve onun Kardeş Katli Hukuku için meşhir “Kanunnamesi” resmen ilan edilmiştir. Bu kanunname metni Kuran ve ulamanın otoritesine atıflarla desteklenmişti. Ancak bunların fikir temeli sade olarak “Bir şehzadenin ölümü toprak kaybından evladır” anlayışı idi. Oldukça yumuşak tabiatlı olan II. Mehmet’in halefi II. Beyazıt, Cem’in isyanı olmasaydı muhtemelen bu kanunu yürürlükten kaldıracaktı. Fakat Cem’in isyanı gösterdi ki, Sultanın kişisel güvenliği ve imparatorluğun sürekliliği, kelimenin tam manasıyla bu uygulamanın muhafazası üzerine bina edilmiş gibiydi.
            Bu uygulamanın bir sonucu da Osmanlı soy kütüğünün takip edilebilmesiydi. Bu vesileyle, padişahların erkek evlatları olmalarından dolayı saltanata aday olan şehzade ailelerinin ciddi şekilde sınırlanmasıyla soy aristokrasisinin doğmasına mani olunmuştur. Saltanata geçen padişahın kendisi ve oğulları hariç hükümdar ailesinin izlerini mümkün olan en kısa zamanda ortadan kaldırmanın bekle de etkili tek yolu olması sebebiyle kardeş katlı, bu konudaki temel politika oldu.
            Türkiye hakkında yazı yazan tarihçi ve seyyahların hemen hemen tamamı, kardeş katlı uygulaması neticesinde kaçınılmasız olarak idam edilmeğe maruz kalan şehzadelerin korkunç sonlarını dehşet verici ifadelerle yorumlamışlardı. Şehzadelerin merhametsiz bir meşruiyet kuralı gereği idam edilmelerinden dolayı şaşırmış olan bu yazarlar, şehzadelerin birbirlerini öldürmelerine daha da fazla şaşırmalı değiller miydiler? Bu idam listesi kontrol edilmeğe başlandığında kardeş katli hukuku sebebiyle seksenden fazla idam olayı olduğu görülebilir. Bu hukukun gerçek haklılığı, 650 yıl boyunca beğenilen Osmanlı hanedanının kesintiye uğramaması ve aynı dönemde Avrupa’daki her ülkede sivil savaşın tekrarlanmasından Batılıların acı çekmeleri ile Osmanlı imparatorluğundaki iç mücadelelerin tarafsız bir mukayesesi neticesinde görülebilir.
            Daha fazla destek istenirse padişahların, verdikleri bir müşkil kararda yalnız olmadıklarını ve hatta hem Müslüman hem de Hıristiyan çağdaşlarının örnek çözümlemelerini takip ettiklerinin altını çizmek zorunludur. “Kastilyalı Pedro, kardeşi Don Fadrique’yi öldürdü. Trabzon İmparatoru  Andronicus III. Comnenus, iki kerdeşi Miclael ve George’yi öldürdü ve Andronicus Paleologus ta babası öldüğünde kardeşini suikastla öldürdü. Kardeş katli özellikle Müslüman hanedanlar arasında yaygındı. Çünkü bunlardan büyük ölçüde çok kadınla evlilik uygulaması erkek mirasçıların tehlikeli biçimde artmasına sebep oluyordu. Bunun için Şah İsmail’in genç kardeşlerinin çoğunu öldürdüğü İran’dan daha öteye gitmeğe gerek yok. Bununla beraber Bizans imparatorlarının rakiplerini gözlerine mil çektirerek veya bir başa şekilde sakatlayarak onları teknik ve pratik ve pratik olarak saltanat için kusurlu hale sokmaları ve yaşayan birer ölü haline getirmelerinden kardeş katlinden  daha zalimce bir uygulama değil midir? diye sorulabilir. Aslında mil çektirme uygulaması, Osmanlı padişahları tarafından da en azından üç defa kullanılmıştır. 1385’de I. Murat’ın oğlu Savcı isyan ettiği için gözlerine mil çekilerek cezalandırıldı ve sonradan bunun etkisiyle öldü. Emir Musa, Fetret Devrinde siyasi rakibi, kardeşi Emir Süleyman’ın oğlu Orhan’ın gözlerine mil çektirdi. Yine II. Murat, üç kardeşi, Ahmet, Mahmut ve Yusuf’un gözlerine mil çektirdi.
            Kardeş katlinde uygulanan idam metodu, genellikle hep aynı şekildeydi. Batıda baş kesme, ölüm cezasının en şerefli şekli olarak düşünülüyor ve öldürülenlerin asil kanları muhafaza ediliyordu. Osmanlı imparatorluğunda ise özellikle hükümdar ailesinin yüksek mevkideki üyeleri için kan dökmeyecek, “keman kirişi” denilen bir kirişle boğulmaları suretiyle gerçekleştiriliyordu. İdamın infazı genellikle sarayın Enderun kısmına bağlı dilsizlerin yardım ettiği cellat başı tarafından gerçekleştirildi. Böyle durumlarda idamın şeri onayı olan fetvayı almak için ilk olarak Şeyhülislama başvurmak gerekirdi.
            Kardeş katlinde her olayın şartlarını anlatmak konumuzun dışında kalır, ancak ilginç olanların bir kısmı şöyledir: kardeş katlinin ilki, 1298 yılında I. Osman tarafından tahta adaylıktan uzaklaştırılan  Dündar olayıdır ki, Osman’ın amcası olduğu için bunun amcaya ait olarak tanımlanması daha uygun olabilir. Zira gelenek Dündar’dan yana olmasına rağmen Osman kabile meclisinde onun durumunu sultanlığa engel olduğunu ispatlayarak tahta geçmesini engellemiştir. Halbuki asıl sebep daha önemliydi. I. Beyazıt Kosova Savaşından sonra zafer saatlerinde kardeşi Yakup’un idamını emretti. Çünkü Yakup bu savaşta bir savaşçı olarak gösterdiği maharetten dolayı askerlerin nezdinde kendini beğenmiştir. II. Mehmet tahta geçince küçük kardeşi Ahmet’i öldürtmesi bu sebeple de kendi emirlerini uygulayan görevliyi suçlaması ve hatta onu ihanet suçuyla idam ettirmesi, sarayı şaşkına çevirmişti. Buna ilavaten II. Selim ile kardeşleri arasında henüz babaları I. Süleyman hükümdarken uzun süren bir mücadele vardı. İlk olarak Mustafa ihanet etmiş ve idam edilmişti. Sonra Beyazıt ve oğulları İran’a kaçmışlar ancak Şah Tahmasp tarafından ölüleri geri satılmıştı. Daha sonra III. Mehmet tahta geçince on dokuz kardeşini ve bazı hasekileri bir günde öldürtmek suretiyle bir katliam yapmıştı.
            II. Osman Lehistan seferi için İstanbul’dan ayrılmadan evvel kardeşi Mehmet’in padişah olacak yaşa eriştiği için ortadan kaldırılması gerektiğine karar verdi. Ancak Şeyhülislam Esat Efendi onun bu fikrini reddederek buna fetva vermedi. Fakat Rumeli Kazaskeri Taşköprülüzade Kemalettin Efendi padişahı memnun ederek tarfi etmek ümidiyle fetvayı verdi. IV. Murat saltanatı döneminde 1632’deki isyanın sıkıntısı neticesinde kardeşlerinden üçünü boğdurdu. Ve ölüm döşeğindeyken hanedandan hayatta kalan tek kardeşi İbrahim’i öldürterek hanedanın intiharı yolunda başarısız bir girişimde bulundu. Zira buna anneleri Kösem Mahpeyker  Valide Sultan muhalefet etmişti. Kardeş katlindeki en son olay, II. Mahmut’un muhtelif isyan hareketlerinin odak noktası haline gelen kardeşi IV. Mustafa’nın idamına karar vermesi ve dolayısıyla kendisini hanedanın tek erke üyesi olarak kalmasıdır.
            Kardeş katlı hukukuna müracaat edilmediği olayların bir  kısmında aynı derecede enteresanlıklar vardır. Bunlardan birisi, Ankara Savaşından sonra hep bir arada bulundukları sırada I. Mehmet’in kardeşi Musa’yı ya da Musa’nın kardeşi Mehmet’i ortadan kaldırma teşebbüsünde bulunmamasının sebebi nedir? I. Ahmet’in kardeşi I. Mustafa’yı öldürmemesinin sebepleri bir başka yerde dikkatle ele alınmıştır. Fakat burada ilginç çağdaş bir açıklama şöyledir: “ Ve bugün de Büyük Sultanın Sarayda yaşayan, Mevlevi dervişlerinden olan Mustafa adında bir kardeşi vardı. Ahmet onu sık sık öldürmeye niyetlenirdi. Fakat Ahmet her ne zaman bu düşünceye sahip olsa şiddetli hastalığa yakalanırdı. Çektiği bu acılar, kardeşinin yaşamasına sebep olmuştur. III. Selim kuzenleri IV. Mustafa ve II. Mahmut’un kendisine ölüm tehdidinde bulunduklarında, şayet bir fırsatını bulsaydı, tıpkı II. Mahmut’un birkaç ay sonra IV. Mustafa’yı öldürmesi gibi kendisini ölümden dolayısıyla da hal edilmekten kurtarabilirdi ama böyle bir fırsatı bulamadı. Nihayet hal edilip yerine IV. Murat’ın geçirilmesi yolundaki üç ayrı teşebbüs düşünüldüğünde II. Abdülhamit’in tahta geçtikten sonra IV. Murat’ı öldürtmekten kendisini alıkoyduğunu anlamak zordur. Belki de II. Abdülhamit kamuoyundan ya da daha çok Masonik hareketin etkisiyle uluslar arası alandan gelebilecek tepkinin korkusuyla bu şekilde hareket etmiştir. Çünkü IV. Murat Büyük Doğu Mason Locasının üyesiydi. [1]


[1] Anthony Dolphin Alderson, Bütün Yönleriyle Osmanlı Hanedanı, Yeni Şafak, İst. 1998, S. 57-63

13 Mart 2011 Pazar

Osmanlıda Harem

Bir bütün olarak haremi ayrıntılarıyla işleyen irili ufaklı pek çok çalışma vardır. Ancak biz burada haremi, sadece Osmanlı Hanedanının üyelerini etkilediği kadarıyla ele aldık . tüm otoriteler kullanılabilir malzeme azlığından şikayetçidirler. Bu şikayet orada yaşayan gerçek nüfus açısından düşündüğümüzde oldukça doğrudur. Hükümler haremi, saray içinde tabuların akıl almaz örtüsüyle gözlerden korunmuş “en kutsal” bölümdü. Bununla beraber geçen zaman içinde dikkatle edinilmiş makul bilgi parçacıklarının birbirine bağlanmasıyla haremin yapısı ve kimliği hakkında bir şeyler öğrenme konusunda ciddi başarılar sağlanmıştır. Ancak elde edilen bu başarıları çalışmalar, tamamen 1453’den sonraki döneme yani İstanbul’da sarayın yapılmasından sonraya aittir. Çok az olan mevcut bilgilerin şüpheli olması sebebiyle Yenişehir, Bursa ve Edirne gibi ilk başkentlerde harem teşkilatı ile ilgili hemen hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Osmanlı Türkleri en erken dönem kabilevi kurumlarını muhafaza ettikleri sürece harem, diğer kabile liderlerinden herhangi birinin hanımına ait odasından biraz fazla özenle hazırlanmış, oldukça sade özellikli olmalıdır. Bununla birlikte Osmanlı imparatorluğunun genişlemesi ve padişahların Ege bölgesinde saygınlığının artması, Bizans sarayında o gün için hala varlığını sürdüren lüks ve ihtişamın bir örneğini de beraberinde getirmiştir. Tüm bunlar, saray içinde küçük saray olarak Osmanlı padişahlarının harem kompleksinin ve saygınlığının artmasıyla birleşmiş olmalıdır. Bu süreç muhtemelen I. Murat döneminde sarayın Bursa’dan Edirne’ye nakliyle başlamıştır. Ancak şunu da ifade edelim ki, bu oıganizasyon, Fetret Devrinde Süleyman’ın Edirne’de devleti sürdürmesine rağmen büyük ölçüde yara almış olmalıdır. Bununla beraber şurası da gayet açıktır ki, II. Murat döneminde, II. Mehmet’e gelin seçimi ve seçilen Sitti Dulkadirli Mükrime Hatunun gelin alınmasından yapılan hazırlıkları baktığımızda bu mekanizmanın sürekli olarak işlediği görülmektedir.
            II. Mehmet, İstanbul’u fethedince şehrin merkezinde bir saray yaptırmaya başladı. Bir müddet sonra harem Edirne’den buraya taşında. Daha sonra II. Mehmet, eski Bizans’ın yerinde tarihte Topkapı Sarayı olarak bilinen daha muhteşem ikinci bir sarayı bina etmeye karar verdi. Evvela padişahların aileleri Eski Saray olarak bilinen ilk sarayda kalırken, burası tamamen ayrı bir idari bina olarak inşa edildi. Harem yavaş yavaş yeni binalara sızmaya çalışıyordu ancak bu, kendi binalarının yaklaşık 1550’lerde şans eseri çıkan bir yangınla yıkılmasından  sonra gerçekleşebildi. Öyle ki Hürrem Sultan, I. Süleyman’ı kendilerine Topkapı Sarayında bir yer vermeye ikna edebildi. Bununla beraber tam olarak harem buraya 1585 yılında nakledildi. Eksi saray da haremde statüsünü kaybeden kadınlara tahsis edildi. Böylece harem, divanın eşiğine kurulmuş ve bu durum da onlar için siyasi bir genişlemeye ve dolayısıyla kadınlar saltanatına giden yolun açılmasına neden olmuştu.
            Harem, padişahların İstanbul Boğazı kıyıları boyunca çok büyük sarayla yapmaya başladıkları 19. yüzyıla kadar Kağıthane, Üsküdar, Büyükdere ve zaman zaman de Edirne gezintileri ile beraber Topkapı’da kaldı. Sonra Dolmabahçe Sarayı ve Yıldız Sarayına yerleştirildi. II. Mahmut döneminde Eski Saray Harbiye Nezaretine tahsis edildi ve böylece buradaki kadınların Topkapı Sarayının solmaya yüz tutmuş çiçeklerinden zevk almalarına izin verildi.
            Harem, çok sayıda harem ağası ve cariyelerin dışında sultana hizmet vermek ve eğlendirmek için hazırlanmış güzel kadınları da içine almaktaydı. Bunlar piramidal bir yapıda tanzim edilmişlerdi.bu piramidin tabanında şakirdeler sınıfı vardı. Büyük  çapta bir elemeden sonra sanatta ve güzellikte en yetenekli olanlar gedikliler sınıfına yükseltilirdi. Bu aşamada evvel padişah ile doğrudan görüşürler, padişah arzularına göre onlardan seçtikleriyle yatağını paylaşırdı.böylece şereflenen bir kız gözde olarak bilinir ve eğer bu ilişki süreklilik işaretleri gösterirse, ikbal veya hasodalık rütbesine yükseltilirdi. Bu kıza iyi talihinden dolayı imrenilir ve sahip olduğu güçten dolayı da dalkavukluk edilirdi.
            Eğer bu ilişkiler sonucunda ikbal, efendisine bir çocuk verirse, harem hiyerarşisindeki konumu daha da yükselirdi. Erkek çocuk annesi Haseki Sultan unvanını, kız çocuk annesi de Haseki Kadın unvanını alırdı. En kıdemli dört Haseki dahili bir grup oluşturarak hususi bir gelir alırlardı. Bunlar haremdeki sosyal aktivitelere egemen olur ve padişahın en büyük oğlunun annesi olan Başhaseki Sultan tarafından yönetilirlerdi. Bununla beraber Valide Sultan hepsinin üstünde bir idareciliğe sahipti. Valide Sultanın zafer günü, oğlunun tahta çıkması ve böylece kendisinin tüm Hasekilerin üstünde, İmparatorlukta First Ladyliği elde etmesiyle gelirdi. Özellikle son dönemde oğlu babasının yerine hemen tahta geçemediği zaman padişahın tahttan indirilmesi veya ölümü ile hanımları Eski Saraya gönderilirlerdi. Böylece Eski Sarayda bulunan yeni Valide Sultan da büyük bir merasimle tekrar hareme getirilirdi. Eğer Valide Sultan hayatta değilse veya oğlunun saltanatı esnasında olmuşsa görev ve bazen  de rütbe, Sultanın süt annesine veya Hazinedar Ustaya veyahut bazen de yeni sultanın üvey annesine verilirdi.
            Harem kadınları 18. yüzyılda valide sultanlar tarafından yönetilen harem hanımefendileri Osmanlı imparatorluğu hükümeti üzerinde oldukça etkili oldular. Bu kadınların en önemlileri her biri iki oğlundan dolayı bu makamı elde eden Kösem Mahpeyker ve Rabia Gülnuş Sultandı. Kösem Mahpeyker elinde bulundurduğu güç sebebiyle daha belirgin bir başarı elde etmişti. Hatta ikinci oğlu İbrahim’in tahttan indirilmesi sırasında Eski Saraya nakledilmesinin önüne geçti ve torunu IV. Mehmet’in saltanatının ilk üç yılında Büyük Valide Sultan unvanıyla gücünü elinde tuttu. Ancak sonunda genç Sultanın annesi Turhan Hatice Valide Sultan, kendi haklarında ısrar etti ve Kösem Sultan’ın katledilmesi planında yer aldı.
            Sultanın ölümü ile haremin sosyal yapısı bozuldu.Valide Sultan eğer hala sağ ise padişahın tam Hasekileri ve evlenmemiş kızları Eski Saraya nakledilirlerdi. Valide Sultanın durumu, şayet bir gün tahta çıkabilecek bir diğer oğlu yoksa pek iç açıcı olmazdı. Benzeri otomatik olarak Valide Sultan olduklarında, oğulları bir gün tahta geçmeyi başaramazsa anneleri de sürekli olarak hepsedilirdi. Bundan başka oğlunun tahta çıkması muhtemel olan anne Eski Saraydan en büyük saygı görürdü. Kızların annelerine gelince öyle görünüyor ki bunlar en son padişahın gediklileri olarak sarayı terk etmek ve tekrar evlenmekte serbest idiler. Essi sarayda kalan kız çocukların tek tesellisi son dönemdeki padişahların kendilerini vezirleriyle evlendirmeyi uygu görmelerine kadar Ramazan bayramlarının üçüncü gününde padişahın yıllık ziyareti esnasında tebriklerini padişaha takdim etmelerine izin verilmesi idi.
            Haremde kadın sayısı müdeaddid defalar yapılan sınırlama girişimlerine rağmen büyük oranlara varma eğilimine girerdi. Öyle ki, burası en kalabalık dönemlerinde iki binin üzerinde kadın sayısına ulaşmış olmalıdır. 1861 yılında Abdülaziz, atalarının haremini büyük ölçüde dağıtarak sadece bir hanımla yetineceğini ilan etmek suretiyle kahramanca girişimlerde bulundu. Ancak onun saltanatı da yedi haseki ve ikiyüz civarında daha aşağı rütbeli cariye ile sona erdi. Bu durum tekrar makul oranlara indirilerek II. Adülhamit’in haremi dağıtmasına kadar devam etti.[1]


[1] Anthony Dolphin Alderson, Bütün Yönleriyle Osmanlı Hanedanı, Yeni Şafak, ist. 1998, S. 129-135

Osmanlıda Kardeş Katli

Batı dillerindeki “fratricide” kelimesinin tam karşılığı, kardeşlerin öldürülmesidir. Fakat bu kelime Osmanlı hanedanının tarihi ile beraber ele alındığında çoğunlukla daha geniş bir anlamda kullanılmıştır. Bu tabir, padişahın saltanatı için varlığı muhtemel bir tehdit olarak devam eden veya bazı hallerde padişaha varis oma ihtimali olan ailenin erkek üyelerinden herhangi birinin idamını içine alacak şekilde genişletilmiştir. Bu uygulama babaların amcaların, yeğenlerin, kuzenlerin, oğulların ve erkek torunların idamını da içine alır. Bunlardan bir iki kategoriye, yani oğullara  ve erkek torunlara genellikle açık bir isyan durumunda uygulanırdı ailenin kadın üyeleri, saltanata geçemedikleri veya böyle bir şey mümkün olmadığı için bu uygulamanın dışında tutuldular. Ancak yine de bir kısmı bu uygulamaya muhatap olarak şiddetli bir ölümle karşılaştılar.
            Kardeş katli olayı en fazla tahta yeni geçen ve durumunu rakiplerine karşı güçlendirmek isteyen yeni padişahlar; nadiren de kendi istediği oğlunun tahta geçmesini temin için yaşlı padişahlar tarafından uygulanmıştır. Bu durum muhtemelen Doğulu hanedanlar için adeta kader olan ve imparatorluğu yaygın bir hastalık konumunda bulunan parçalanmadan korumak için abartılı bir eğilim olarak ortaya çıkmıştır. Bu tür acımasızca öldürmenin temel onayı, sadece tek bir yüce idarecinin bulunması gerektiği ilkesinden alınıyordu. Bu kural Cem tarafından kendisinin de sultan olmak için yetersiz olduğunu ortaya koyan imparatorluğu II. Beyazıt ile paylaşma öneresi ile çiğnenmek istendi.
            Osmanlı idaresinin il 150 yılında Kardeş Katli meselesi izole edilmiştir. Ancak II. Mehmet döneminde buna yasal onay verilmiş ve onun Kardeş Katli Hukuku için meşhir “Kanunnamesi” resmen ilan edilmiştir. Bu kanunname metni Kuran ve ulamanın otoritesine atıflarla desteklenmişti. Ancak bunların fikir temeli sade olarak “Bir şehzadenin ölümü toprak kaybından evladır” anlayışı idi. Oldukça yumuşak tabiatlı olan II. Mehmet’in halefi II. Beyazıt, Cem’in isyanı olmasaydı muhtemelen bu kanunu yürürlükten kaldıracaktı. Fakat Cem’in isyanı gösterdi ki, Sultanın kişisel güvenliği ve imparatorluğun sürekliliği, kelimenin tam manasıyla bu uygulamanın muhafazası üzerine bina edilmiş gibiydi.
            Bu uygulamanın bir sonucu da Osmanlı soy kütüğünün takip edilebilmesiydi. Bu vesileyle, padişahların erkek evlatları olmalarından dolayı saltanata aday olan şehzade ailelerinin ciddi şekilde sınırlanmasıyla soy aristokrasisinin doğmasına mani olunmuştur. Saltanata geçen padişahın kendisi ve oğulları hariç hükümdar ailesinin izlerini mümkün olan en kısa zamanda ortadan kaldırmanın bekle de etkili tek yolu olması sebebiyle kardeş katlı, bu konudaki temel politika oldu.
            Türkiye hakkında yazı yazan tarihçi ve seyyahların hemen hemen tamamı, kardeş katlı uygulaması neticesinde kaçınılmasız olarak idam edilmeğe maruz kalan şehzadelerin korkunç sonlarını dehşet verici ifadelerle yorumlamışlardı. Şehzadelerin merhametsiz bir meşruiyet kuralı gereği idam edilmelerinden dolayı şaşırmış olan bu yazarlar, şehzadelerin birbirlerini öldürmelerine daha da fazla şaşırmalı değiller miydiler? Bu idam listesi kontrol edilmeğe başlandığında kardeş katli hukuku sebebiyle seksenden fazla idam olayı olduğu görülebilir. Bu hukukun gerçek haklılığı, 650 yıl boyunca beğenilen Osmanlı hanedanının kesintiye uğramaması ve aynı dönemde Avrupa’daki her ülkede sivil savaşın tekrarlanmasından Batılıların acı çekmeleri ile Osmanlı imparatorluğundaki iç mücadelelerin tarafsız bir mukayesesi neticesinde görülebilir.
            Daha fazla destek istenirse padişahların, verdikleri bir müşkil kararda yalnız olmadıklarını ve hatta hem Müslüman hem de Hıristiyan çağdaşlarının örnek çözümlemelerini takip ettiklerinin altını çizmek zorunludur. “Kastilyalı Pedro, kardeşi Don Fadrique’yi öldürdü. Trabzon İmparatoru  Andronicus III. Comnenus, iki kerdeşi Miclael ve George’yi öldürdü ve Andronicus Paleologus ta babası öldüğünde kardeşini suikastla öldürdü. Kardeş katli özellikle Müslüman hanedanlar arasında yaygındı. Çünkü bunlardan büyük ölçüde çok kadınla evlilik uygulaması erkek mirasçıların tehlikeli biçimde artmasına sebep oluyordu. Bunun için Şah İsmail’in genç kardeşlerinin çoğunu öldürdüğü İran’dan daha öteye gitmeğe gerek yok. Bununla beraber Bizans imparatorlarının rakiplerini gözlerine mil çektirerek veya bir başa şekilde sakatlayarak onları teknik ve pratik ve pratik olarak saltanat için kusurlu hale sokmaları ve yaşayan birer ölü haline getirmelerinden kardeş katlinden  daha zalimce bir uygulama değil midir? diye sorulabilir. Aslında mil çektirme uygulaması, Osmanlı padişahları tarafından da en azından üç defa kullanılmıştır. 1385’de I. Murat’ın oğlu Savcı isyan ettiği için gözlerine mil çekilerek cezalandırıldı ve sonradan bunun etkisiyle öldü. Emir Musa, Fetret Devrinde siyasi rakibi, kardeşi Emir Süleyman’ın oğlu Orhan’ın gözlerine mil çektirdi. Yine II. Murat, üç kardeşi, Ahmet, Mahmut ve Yusuf’un gözlerine mil çektirdi.
            Kardeş katlinde uygulanan idam metodu, genellikle hep aynı şekildeydi. Batıda baş kesme, ölüm cezasının en şerefli şekli olarak düşünülüyor ve öldürülenlerin asil kanları muhafaza ediliyordu. Osmanlı imparatorluğunda ise özellikle hükümdar ailesinin yüksek mevkideki üyeleri için kan dökmeyecek, “keman kirişi” denilen bir kirişle boğulmaları suretiyle gerçekleştiriliyordu. İdamın infazı genellikle sarayın Enderun kısmına bağlı dilsizlerin yardım ettiği cellat başı tarafından gerçekleştirildi. Böyle durumlarda idamın şeri onayı olan fetvayı almak için ilk olarak Şeyhülislama başvurmak gerekirdi.
            Kardeş katlinde her olayın şartlarını anlatmak konumuzun dışında kalır, ancak ilginç olanların bir kısmı şöyledir: kardeş katlinin ilki, 1298 yılında I. Osman tarafından tahta adaylıktan uzaklaştırılan  Dündar olayıdır ki, Osman’ın amcası olduğu için bunun amcaya ait olarak tanımlanması daha uygun olabilir. Zira gelenek Dündar’dan yana olmasına rağmen Osman kabile meclisinde onun durumunu sultanlığa engel olduğunu ispatlayarak tahta geçmesini engellemiştir. Halbuki asıl sebep daha önemliydi. I. Beyazıt Kosova Savaşından sonra zafer saatlerinde kardeşi Yakup’un idamını emretti. Çünkü Yakup bu savaşta bir savaşçı olarak gösterdiği maharetten dolayı askerlerin nezdinde kendini beğenmiştir. II. Mehmet tahta geçince küçük kardeşi Ahmet’i öldürtmesi bu sebeple de kendi emirlerini uygulayan görevliyi suçlaması ve hatta onu ihanet suçuyla idam ettirmesi, sarayı şaşkına çevirmişti. Buna ilavaten II. Selim ile kardeşleri arasında henüz babaları I. Süleyman hükümdarken uzun süren bir mücadele vardı. İlk olarak Mustafa ihanet etmiş ve idam edilmişti. Sonra Beyazıt ve oğulları İran’a kaçmışlar ancak Şah Tahmasp tarafından ölüleri geri satılmıştı. Daha sonra III. Mehmet tahta geçince on dokuz kardeşini ve bazı hasekileri bir günde öldürtmek suretiyle bir katliam yapmıştı.
            II. Osman Lehistan seferi için İstanbul’dan ayrılmadan evvel kardeşi Mehmet’in padişah olacak yaşa eriştiği için ortadan kaldırılması gerektiğine karar verdi. Ancak Şeyhülislam Esat Efendi onun bu fikrini reddederek buna fetva vermedi. Fakat Rumeli Kazaskeri Taşköprülüzade Kemalettin Efendi padişahı memnun ederek tarfi etmek ümidiyle fetvayı verdi. IV. Murat saltanatı döneminde 1632’deki isyanın sıkıntısı neticesinde kardeşlerinden üçünü boğdurdu. Ve ölüm döşeğindeyken hanedandan hayatta kalan tek kardeşi İbrahim’i öldürterek hanedanın intiharı yolunda başarısız bir girişimde bulundu. Zira buna anneleri Kösem Mahpeyker  Valide Sultan muhalefet etmişti. Kardeş katlindeki en son olay, II. Mahmut’un muhtelif isyan hareketlerinin odak noktası haline gelen kardeşi IV. Mustafa’nın idamına karar vermesi ve dolayısıyla kendisini hanedanın tek erke üyesi olarak kalmasıdır.
            Kardeş katlı hukukuna müracaat edilmediği olayların bir  kısmında aynı derecede enteresanlıklar vardır. Bunlardan birisi, Ankara Savaşından sonra hep bir arada bulundukları sırada I. Mehmet’in kardeşi Musa’yı ya da Musa’nın kardeşi Mehmet’i ortadan kaldırma teşebbüsünde bulunmamasının sebebi nedir? I. Ahmet’in kardeşi I. Mustafa’yı öldürmemesinin sebepleri bir başka yerde dikkatle ele alınmıştır. Fakat burada ilginç çağdaş bir açıklama şöyledir: “ Ve bugün de Büyük Sultanın Sarayda yaşayan, Mevlevi dervişlerinden olan Mustafa adında bir kardeşi vardı. Ahmet onu sık sık öldürmeye niyetlenirdi. Fakat Ahmet her ne zaman bu düşünceye sahip olsa şiddetli hastalığa yakalanırdı. Çektiği bu acılar, kardeşinin yaşamasına sebep olmuştur. III. Selim kuzenleri IV. Mustafa ve II. Mahmut’un kendisine ölüm tehdidinde bulunduklarında, şayet bir fırsatını bulsaydı, tıpkı II. Mahmut’un birkaç ay sonra IV. Mustafa’yı öldürmesi gibi kendisini ölümden dolayısıyla da hal edilmekten kurtarabilirdi ama böyle bir fırsatı bulamadı. Nihayet hal edilip yerine IV. Murat’ın geçirilmesi yolundaki üç ayrı teşebbüs düşünüldüğünde II. Abdülhamit’in tahta geçtikten sonra IV. Murat’ı öldürtmekten kendisini alıkoyduğunu anlamak zordur. Belki de II. Abdülhamit kamuoyundan ya da daha çok Masonik hareketin etkisiyle uluslar arası alandan gelebilecek tepkinin korkusuyla bu şekilde hareket etmiştir. Çünkü IV. Murat Büyük Doğu Mason Locasının üyesiydi. 

İlber Ortaylı ile Kütüphane Üzerine

İlber Ortaylı ile harem 2

Kanuni Devri 1

İlber Ortaylı ile Harem

Ani Harabeleri

Avrupa Yalanları

Halil inalcık 1

Kapadokya şehirleri