8 Mayıs 2011 Pazar

Osmanlıda Okçuluk

Abdülhamit Mason muydu?

Tarih Dünyası Dergisinin 1 şubat 1965 tarihli 3. sayısında Azmi Selen imzalı Türkiye Masonluk Tarihinde Bilinmeyen Hakikatler başlıklı yazı dizisinden bir bölümü aktaralım. 1935 mayısında Mason Localarının kapatılmasının CHP içerisinde tartışıldığı döneme işaret ederek şöyle yazıyor. Bu sıralarda gazetelerde yine Masonluk hakkında havadisler vermeye Türkiye Masonluğunun kökünün dışarıda olup olmadığına dair anketler yapmaya başlamışlardı. Bu neşriyat arasında Abdurrahman Adil Eren imzasıyla gazete intişar eden Abdülhamit Farmason başlıklı yazıyı tarihi kıymeti bakımından naklediyoruz. Bir gün Vefalı Galip Paşa ziyaretime gelmiştir. Vefalı Galip Paşa iffetiyle istikametiyle olduğu kadar Balkan harbinde mağlubiyeti ve esaretiyle de maruftur. Bu ziyaretine sebep Abdulhamit’in en mahrem ve en sevgili mabeincisinin ağzından işittiği tarihi bir sırdır. Bu sır şu idi. Abdulhamit masondu ve masonlar tarafından büyük himaye gördü. Şaşırdım ve şairi azam lisaı ile Almaz bunu havsalım hayalim dedim. İmamül Müslimin Halifei Ruizzemin olarak 33 yıl gazetelerin baş sütunlarında kendini dünyanın en sofu adamı olmak üzere yazdıran  ve kendini satan bir adam nasıl olur da farmason olur. Nasıl olur da halk arasında dinsizlik alameti olarak satılan ve sanılan bir mezhep ve mesleğe salik olunur. Bu olamaz şeydir dedim. Fakat Galip Paşa ısrar etti. Ve ilave etti. Sultan Aziz Mısır’a gittiği zaman yanında Şehzade Murat ve Hamit Efendi de beraber götürmüştür. Sultan Aziz şehzade Murat Efendi ve Şehzade Hamit Efendi hep birlikte Mısır sefer ve seyahatinde farmason oldular. Mısır Locasına yazıldılar. Mısır’ın Grand Orienti Emirine girdiler. Ben yine inat ettim. Galip Paşa da inat etti. Nihayet aciz kalarak havadisin membaını söyledi. Havadisin membaı Abdülhamit’in en mahrem en sevgili mabeincisi Faik Beydi. Galip Paşa yalan söylemez bir adamdır. Meseleyi tahkik etmek için Faik Beyi görmek bulmak lazım geldi. Ancak Faik beyi nerde bulmalı ve nerde görmeli. Aradan seneler geçti. Faik beyi görmek değil aramak bile nasip olmadı. Bir sene evvel hatırını sormaya gittiğim bir kadının evinde tesadüfen Faik Beyle görüşmeyeyim mi Vefalı Galip Paşanın verdiği havadisin doğru olup olmadığını sordum. İlk günü sonra arz ederim cevabıyla geçiştirdi. İkinci ziyaretinde evet dedi. Üçüncü dördüncü ziyaretlerinde tam izahat verdi. Ben de havadisin doğruluğuna kanaat getirdim. Bu yazının belge olarak kabulü ve buna dayanarak Abdülhamit’in mason olduğunu ileri sürmek kuşkusuz olanaksızdır. Abdulaziz 1863 nisanında 23 yaşında Murat ve 21 yaşındaki Abdülhamit ile birlikte Mısır’ı ziyaret etmiştir. aman orada üçünün birden mason olduğu iddiasına karşı ileri sürecek önemli gerekçeler vardır. Bir kere padişahın pek fazla sempati beslemediği yeğenleriyle eşit insanmış gibi davranması kabul edilemez. Üstelik elden kaçırmamasına çaba gösterilen Mısır’a Sultanın baş eğdiği anlamı taşır ki ne Sultanın Babıali paşalarının buna yanaşması düşünülemez. Bu iddia belgeli ortaya konuncaya kadar bize salt bir fantezi gibi görünüyor. Bu tür yakıştırmaların bazı çevrelere bazen yerme bazen de yüceltme amacıyla isim yapmış kimselerce uygulandığı çok sık görülmüştür. Örneğin hem Lenin’e hem de Atatürk’e bu yakıştırma yapılmıştır. İkisine ait belgeler de ortaya konamamıştır. Buna karşılık zamanında mason kurumlarının toplantılarında yararlanmış olduklarını kanıtlayan işaretler var. Ama ikisi de ilk fırsatta mason localarını kapattırmışlardır. Dolayısıyla salt masonluğa süründüğü ya da meraktan bir kez içeri baktığı için kişilere bu damganın vurması yetersiz kalıyor. Belge sayılmasa da yukardaki yazının bir başka konuya ışık tuttuğu yadsınamaz. İster mason olsun ister olmasın Abdülhamit’in daha tahta çıkmadan önce masonluk hakkında bilgisi vardı. Mısır gezisi olmasa bile Avrupa gezisi sırasında bu konu çevresinde konuşmuş olmalarıdır. Ayrıca Murat’ın çevresi biraderlerle dolu olduğu herkes bilirken onun öğrenmemiş olması düşünülemez. Nitekim bir başka iddiaya göre de Abdülhamit’e ve Yusuf İzzettin’e birlikte üyelik teklifi yapılmış ve ikisi de reddetmiştir. Şunun da üstünü vurgulayarak belirtelim ki Abdülhamit’i yermek için hiçbir fırsatı kaçırmamış olan Avrupa basını ve özellikle İngiliz çevreleri böyle bir şeyden asla bahsetmemektedirler. Abdülhamit’i Panislamlıkla suçlayanların elinde eğer halifenin mason olduğuna dair bir ipucu bulunsaydı. Hiç kuşkusuz bunu yaymakta bir an bile vakit kaybetmezlerdi. Oysa çok köklü araştırmamıza rağmen bu konuda tek bir işarete rastlamış değiliz.. Nitekim ilkeler düzeyinde batıya Abdülhamit’ten çok daha yakın düşen ittihatçı rejimi o çevreler hem de özellikle İngilizler tarafından şiddetle masonlukla suçlamıştır. Edhem Eldem Genç Osman Döneminde Masonluk ve siyaset üzerine İzlenimler makalesinde bu konuda Rizopoulus’un şunları yazdığı kaydediliyor. Abdülhamit kendini tekris ettirmeye kadar gitmiş Mavroyeni Paşa vasıtasıyla Skaliyeri ile temasa geçmiş ve masonluk kurallarına itaat sözü vermişlerdi. Fakat Skaliyeri Paris’teki Maşrıkı Azam’ın da desteğiye böyle bir yardımı reddetmiştir. Padişah o zamanda bir İtalyan locasını denemiş ve bu loca tekris edilmeden senelik aidat ödemiştir. Kendi yorumu ise şöyle: “bu bilgilerin son kısım Amiablein raporu ile benzerlik taşımakla beraber Addülhamit’in müracaatı hakkında her hanği bir belgeey rastlamış değiliz. Bu bilgiyi de biz Abdülhamit’i tekris edilmesi olarak değil masonluk hakkında bilgi topladığı şeklinde yorumluyoruz. [1]


[1] Orhan Koloğlu, Abdülhamit ve Masonluk Eylül yay. . İst.  2001 S 15-17

20 Nisan 2011 Çarşamba

osmanlıda tahttan çekilmeler




Osmanlı İmparatorluğu tarihi üzerinde padişah ölümlerden ziyade ve diğer sebeplerle idarecilerin değişmesi dolayısıyla da durulmuştur. Ancak bunların birkaçı Diocletian veya Charles V tarafından açıklandığı gibi iktidarından vazgeçme ve kendi isteği ile tahttan feragat etme olarak tarif edilebilmiştir. Tahttan ayrılan padişahlar her ne kadar bir çok vesile ile akrabaların zorlamsı veya memnun olmayan yeniçerilerin planları ile tahttan indirilmiş iseler de onların devletin en yüksek menfaatleri için hareket ettikleri söylenebilir. Gerçek tahttan feragatların sadece iki başarılı örneği görülmektedir. I. Osman ve II. Murat. Bir da yeterince olgunlaşmamış II. Beyazıt. İki tane de şüpheli mesele görülür. Ertuğrul ve Orhan; bunlar her biri için sebep görünmektedir. Fazla çalışmakta kaynaklanan fiziki veya zihinsel yorgunluk Osmanlı imparatorluğunun 250 yıl içinde pek önemli olmayan bir uc beyliğinden ve Batı Anadolu’nun tenha vadisinde yarı göçebe hayvancılıktan I. Süleyman egemenliğin genişliğine nasıl büyüdüğü  düşünüldüğünde şurası açıktır ki bu harikulade olayın meydana gelmesi bunu  başaran insanların güçleri üzerinde aşırı istekler doğurmuş olmalıdır. Ertuğrul’un 1281 yılında ölümünden birkaç yıl önce tüm otoritesini oğlu Osman’a bıraktığı rivayet edilmiştir. Ancak bu konuda kesin bir bilgi yoktur. Bununla beraber Ertuğrul’un doğum tarihi için kroniklerde verilmiş 1198 tarihi tam doğru ise 80 yaşlarındaki Ertuğrul’un ölümünden önce iktidardan kısmen veya tamamen vazgeçmesi gayet tabii bir durum olmalıdır. Dikkatle düşünüldüğünde o sıralarda Osmanlıların genç ve daha aktif bir lidere ihtiyaç duyabilecek olan yayılma politikasına girişmeye hazırlanmış olmaları daha uygun görülmektedir. I. Osman muhtemelen 1324 yılının başlarında ölmüş ise de ölümünden beş yıl öncesi ile ilgili alınan haberler çok az veya hiç yoktur. Bu sırada oğlu Bursa’nın fethi ile en son noktasına ulaşan mücadelesi sırasında belirgin bir şekilde lider pozisyondadır. Bundan dolayı Osman’ın tüm yetkilerini yetkilerini resmi veya gayri resmi olarak 1320 yıllarda belki de biraz daha erken bir tarihte Orhan a verdiği tahmin edilebilir. Orhan’ın tahttan çekilmesi olayı da yine pek açık olmamasına rağmen durum ve şartlardan çıkarılmaktadır. Aynı şekilde 1355 yıllarından sonra sultanın faaliyetleri ile ilgili bilgi eksikliği vardır. Nihayet yine Orhan’ın son yıllarında oğlu Süleyman Paşanın önemi de aynıdır. Ancak bu her iki olumsuzluğa rağmen daha da önemli noktalar vardır. Öyle ki maalesef Süleyman paşa 1359 yılında Çanakkale boğazının Rumeli kıyıları yakınında ölümüne sebep olan bir kaza geçirir. Bunun üzerine babası idarenin dizginlerini yenide eline almak zorunda kalır. Ancak çok geçmeden çok sevdiği oğlunun ani ölümünden Orhan’ı oldukça fazla etkilediği görülür ve ayın yıl içinde kendisi de vefat eder. 1444 olaylarının yapılan son değerlendirmelerine kadar konu ihtilaflı ve karışıktı. Fakat son değerlendirmelerde daha tutarlı bir açıklama yapılabilmektedir. 1444 yılının ortalarında I. Murat’ın tahtını terk etme olayın daima akla aykırı bir tutum olarak görülmüştür. Şöyle ki hem Anadolu hem da Avrupa sınırlarına düşmanlar sefer hazırlığı için asker topladığı bir sırada tecrübesizliği herkesçe kabul edilen bir çocuğa II., Murat imparatorluğunun bütün idaresini nasıl devredebilirdi. Öyle görünüyor ki işin doğrusu şudur. Haziran yanını ilk günlerinde Murat oğlu Mehmet’i Rumeli valisi olarak görevlendirmiş olup kendisi de Batı Avrupa kuvvetlerini harekete geçirerek Türkleri iki ateş arasında bırakmadan önce Karaman kuvvetlerini bertaraf etmek için Anadolu’ya geçmiştir. Anacak Edirne’deki Hurufi şeyhlerinin ortalığı karıştıran ehli sünnet dışı vaazları, yeniçerilerin dehşet saçan eylemleri ve haçlı seferleri girişimlerin endişesi gibi olaylar padişahın tahta dönüşü acil hale getirdi. Bereket versin Anadolu’daki sefer gayet iyi sonuçlandı. Ve murat Çanakkale boğazındaki Hıristiyan filosunu durduran askerlerin çoğunu geri çekebildi. Murat İstanbul boğazını geçmek ve zafer için vaktinde Varna’ya ulaşarak ordusunu başında olmak zorundaydı. Ancak Murat vezirlerinin ricalarının aksine aniden tahtı terk etti ve Manisa’ya çekildi. Hutbe II. Mehmet’in adına okundu. Ve II. Mehmet imparatorluğun muhtelif darphanelerinde yeni paraların basılmasını emretti. II. Murat’ın bu kararın arkasında nelerin yattığına dair öneriler yapılabilirse de bunu tam olarak bir motive bağlamak imkansızdır. Karaman ve Haçlılara karşı kazandığı son zaferleri artık uzun bir süre Osmanlı imparatorluğun tehlikeden uzak tutabilecekti. Ama bu esnada doğu ve batıya yapılan 20 yıllık seferler de Murat’ı iyice yormuştur. Nihayet Manisa ona dünya meşakkatlerinden elini eteğini çekeceği bir ortam sunuyordu. Oğulları Ahmet ve Alaettin Ali’nin ölümleri Murat’ı üzmüş olmalıydı. Bununla beraber muhtemeldir ki murat dervişler arasında zahidane bir hayat sürmeyi istiyordu. Belki de imparatorluk içinde soylularla ciddiyetsiz dönme vezirler arasındaki gerilimin artması öyle bir noktaya ulaştı ki murat bunların üstesinden gelemeyeceğini hissetti. Bunun üzerine kendisini çekerek yeni padişahın bunu heyecanı yatıştıracağını düşündü. Murat’ın tahttan çekilmesi maalesef bir buçuk yıldan biraz fazla bir zaman sonra sona erdi. Yine çok kesin bilgi olmasa da veziriazam Çandarlı Halil paşanın bir hükümet darbesi planladığı söylenebilir. Dolayısıyla II. Mehmet in babasını tahta davet ettiği hikayesi uydurmadır. Halil’in hareket planı muhtemelen Mehmet’le uyumlu çalışmamakta ve genç padişahın kendisini azledeceği korkusundan kaynaklanıyordu. Yeniçeriler de huzursuz ve çocuk idarecinin kendilerini de etkisiz hale getireceğinden rahatsızları. Bundan dolayın vezirler derhal kontrol altına alınmayacak olan askerlerin canlarına ve mallarına soğuk bakacaklarından korkuyorlardı. Bununla beraber Murat mayıs ayında Manisa’da ağustos ayında da Bursa’da kalmak suretiyle başkente dönmedi. Bursa’da vasiyetini yazdırdı. Gelecek korkusu eylül ayı girmeden Murat Edirne ye ulaştı. İkinci defa padişah olarak tahta oturdu. Bu sırada Mehmet  sancak valisi olarak tecrübesini artırabilmesi için sarayda çıkarılacak sakin olan Manisa eyaletinden yerini aldı. Böylece II. Murat’ın zamansız ve kısa süren tahttan feragatı sona erdi. En son ihtiyarı olan tahttan feragat etme daha doğrusu hedefine ulaşamadığı için tahttan feragat girişim sadece bir saltanat dönemi sonra meydana geldi. İkinci Beyazıt tabiatını aksine asla memnun edilmemiş ve olayların akışını kendi arzusuna göre yönlendirmemiş gibi görünmektedir. Türkler ona imparatorluk yönetiminin tüm karışıklık ve gerginliğine karşın oldukça sakın bir hayat tarzını fazlaca tercih etmiş bir karakter çizerek onu sofu veya veli diye adlandırmışlardı. Bununla beraber sosyal hayat onu etkilemişti. Tahta geçmeden uzun süre önce yaptığı evlilikler vasıtasıyla saray vezirlerinin güçlü entrikalarıyla ittifak içerisinde bulunmuştur. Yine buna paralel olarak tahta geçer geçmez kardeşi Cem’e karşı kendi mirasını tam olarak korumak için mümkün olan tüm savaş silahları ve diplomasisi ile mücadele etmiştir. 14 yıl süren bu mücadelenin gerginliği Beyazıt’ı oldukça yormuştu. Birkaç yıl sonra da bu defa da kendi oğulları babaları öldükten sonra tahtı ele geçirme çerçevesinde bir takım tertiplere başladılar. Beyazıt bunu hissedince doğum yeri olan Dimetoka’ya çekildi. Bu 1511 yılında vakii oldu. Ve Beyazıt en çok sevdiği oğlu Ahmet’in lehine tahttan feragati teklif etti. Fakat askerlerden hiçbiri bunu kabul etmedi. Ve vezirler Beyazıt’ın en küçük oğlu ı. Selim in eninde sonunda tahtı ele geçireceğini fark ederek padişahın önerini desteklemek suretiyle kendi durumlarını tehlikeye atmayı kabul etmediler. II. Beyazıt’ın tahttan feragatine izin vermeyi reddedişlerinin bir sebebi de muhtemelen II. Murat’ın bu tür girişimlerinin sebep olduğu karışkılığın daha hafızalardan silinmemiş olmasıdır. Böylece II. Beyazıt’ın tahttan feragat isteği yerine getirilmedi fakat bir yıl sonra I. Selim babasını devirmek için kendisini yeterince güçlü olduğunu anladı. Bunun üzerin Beyazıt geri kalan ömrünü Dimetoka’da geçirmek üzere İstanbul’u ter ketti ancak ölüm yolda yakaladı. Sonraki padişahlardan bazıları nezaketle tahttan indirilmelerini kabul etmişlerdi. Ancak bir tanesi (VI.Mehmet) bundan müstesnadır. Bir başka deyişle VI. Mehmet’in tahttan indirildiği söylenebilir. Daha sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi saltanatı kaldır ve onun sadece halife olarak kalmasına izin verildi. Ancak VI, ülkeyi terk etmeyi tercih etti.[1]


[1] Anthony Dolphin Alderson, Bütün yönleriyle Osmanlı Hanedanı, Yeni Şafak, S. 99-104

3 Nisan 2011 Pazar

Osmanlı Ordusunda Taktikler ve Savaş Alanı

Ordu düşman arazisine girdiğinde ayrıntılara gösterilen özen ve dikkat değişikliğe uğrardı. Dinlenmeye vakit ayrılmaz ve bir günde kat edilecek yol zamanlamazdı. Askere çelik miğfer, hafif zırh, gömlek, deri kaplı tahta kalkan ve en önemlisi özel silahları dağıtılırdı. Toplar arkadan öne alınır ve kamp saldırıya karşı dikkatle korunurdu. Dip dibe kurulmuş çadırların birbiri üstünden geçen tutturma ipleri birer tuzak ağı görevi görürdü. Toplar, düşman atlısının arkadan dolanarak alıp götürmesini engellemek için birbirine zincirlenirdi.
            Osmanlı savaş taktiğinin özü yanıltmak ve şaşırtmaktı. Akıncılar savaş alanından kaçar gibi yapar ve ağır zırhlı Hıristiyan atlıları sahaya çıkararak hem atlarını yormaya hem de yeniçeri siperleri önüne çakılı sivri uçlu engellere doğru çekmeye çalışırlardı. Aynı zamanda aralıksız olarak düşman atlısının yan kanatlarına saldırırlar ve hantal şövalyeler kolayca dönüp karşılık veremedikleri için ağır kayıplara uğrardı. Yeniçerilerin müthiş silah gücü Osmanlı ordusunun en etkili ve can alıcı özelliğiydi. Ordunun alışılmış savaş düzeni bu silah gücüne dayanıyordu. İdeal savaş düzeninde sultan ile sancakları, yığılmış topraktan bir duvar kazıklar ve kalkanlardan oluşan, ortası çukur bir tümsek ya da tepecik üstünde yer alırdı. Bunun arkasında her mazgalda topları, havan topları ve kaval tüfekleriyle yeniçeriler bulunurdu. Anadolu süvarisi ve pik iyi eğitim görmemiş Anadolu yaya askeri sağ kanatta, Balkanlardan gelen süvari ve yaya asker sol kanatta savaşırdı. Bu taktik, topları merkezden öne alan I. Selim tarafından değiştirilmiştir.
            Kanuni Sultan Süleyman ve İbrahim Paşanın Mohaç seferinde yararlandığı büyük nehirler saldıran ordu için her zaman sorun yaratmıştı. Drakula adıyla anılan Kazıklı Voyvoda III. Vlad, Niğbolu halkının burunlarını kesip Macaristan’a yollayarak zafer kazanmakla övünmüştü. Bu vahşet üzerine II. Mehmet vasalını azledip yerine rehin olarak bulunan yakışıklı kardeşini tayin etti. Bu genç vasalı 4000 atlıyla önden gönderdikten sonra kendisi de Tuna Nehri kıyılarında ona yetişti. Drakula ordusuyla nehrin karşı kıyısındaydı. Sultan’ın talimatı üzerine yeniçeriler 80 adet tekne tedarik edip karanlıkta karşı kürek kıyıya kürek çekerek nehrin aşağılarında, bütün ordunun ve topların geçebileceği bir köprü başı oluşturdu. Ancak bu da oldukça büyük kayıplar da verdiler. Osmanlı ordusunun sayısal üstünlüğü karşısında durumu ümitsiz gören Drakula Macaristan’a kaçtı. Ancak kral akıllıca bir karala Drakula’yı işlediği suçlardan ötürü hapsetmeden önce, bir gece Osmanlı ordugahına saldırarak, çadır iplerini kesip pek çok askeri katletti. Katliamdan kaçanlar, çadırlarından fırlayan yeniçerilerin üstüne çığı gibi akınca, yeniçeriler ezilmemek için bu insan selini biçmek zorunda kalmıştı.
            1683 yılında Viyana önlerindeki Kara Mustafa Paşa’nın aksine, II. Mehmet her zaman sabırsız davranır ve kalelerle şehirlere yaptığı saldırılar pahalıya mal olurdu. Bu deneyimle geliştirdiği bir sistemdi. Sultan Mehmet Allah’ı da yanına almak için saldırılarını Cuma gününe planlardı. Topçu ateşi sonucu bir gedik açıldığında, saldırının günü, saati ve cesaret göstereceklere verileceklere ödüller açıklanırdı. Saldırıdan önceki gece ordugah don yağıdan yapılmış mumlarla ışıl ışıl aydınlatılır ve surları koruyanları uzaklaştırmak için ağır bir topçu ateşi başlatılırdı. Sonra da top ateşi birdenbire durur ve asker kaleyi çevreleyen hendeği çalılar ve dallarla doldurup tırmanma merdivenleriyle birlikte gediğe saldırırlardı. Zamanlama Birinci Dünya Savaşında, binlerce ölü verilen Flanders’daki müttefik topçusundan daha başarılıydı. Düşman öğlene kadar dayanırsa, cephaneleri tükenen Osmanlılar, kayıpları çok fazla olacağı içi saldırıyı durdururdu. Eğer geri çekilirlerse toplar süratle yüklenir, çadırlar sökülür ve artçı kuvvetler oluşturulurdu. Sakat kalanlara da cömert bir maaş bağlanırdı. II. Mehmet devletin görevleri konusunda ve düşkünlere yardımda  aşırı titiz davranırdı. Servete karşıydı ve çevresinde pek az zengin vardı.
Osmanlı komutanlarının çoğu çözüm yaratmakta üsten yetenek sahibiydi. Sultan Mehmet’in 1453 yılında ormanlarda inşa ettirdiği gemileri, mandalar ve askerlerle, yağlanmış kalaslar üstünden Haliç’e indirerek limanın ağzına gerili Bizans zincirini aşması bunu en güzel örneklerinden biridir. Babası da Varna’da ordusunu sarp yamaçlara doğru geri çekerek fundalıklara gizleyip arkalarından gelen düşmanı peş peşe pusuya düşürmüştü. Düşmanın sadece bir kolu, krallarının öldüğünden habersiz, bulunduğu derin bir vadide başarılı olmuş ve yıpranmadan savaşı terk edebilmişti.
            XV. yüzyılda fetihler sırasında bile en telem strateji, tedbirdi. II. Mehmet buna örnek olarak yere büyük bir halı serdirir, ortasına bir elma koyar ve komutanlarından halıya basmadan elmayı almalarını isterdi. Komutanlar ya gerçekten ya da sultana nezaketten sorunu çözemezlerdi. Sultan o zaman halıyı yavaş yavaş katlayarak elmaya ulaşırdı. Ancak tedbirli olması toplarının önemini azaltmadı. Yüzyılın dönüşümünde Fransız topları İtalyan şehirlerini nasıl yıldırdıysa Sultan Mehmet’in topçu ateşi da Akkoyunlu Uzun Hasan’ı öyle yıldırmıştı. Sultan Mehmet yabancı ülkelerden getirttiği vasıflı ustalar sayesinde savaş alanında da top dökebiliyordu. Mora seferinde Korintos’u kuşatmış ve ele geçirdiği bir kiliseyi dökümhaneye dönüştürmüştü. Burası için gerekli malzeme yeni fethedilmiş Novo Brdo’nun zengin madenlerinden temin ediliyordu. Böyle bir tesisi olduğu için sultan, geri çekilmek gerektiğinde topları Belgrat önünde olduğu gibi düşman terk etmektense uçurumlardan aşağı ya da nehirlere iterek imha edebilmişti. Sultan Mehmet’in ordusu bu nedenle kendisinin çok önem verdiği süratli hareket yeteneğine sahipti.
            Osmanlı topçusunun belki de pek hak etmediği bir ünü vardı. İlk top 1366 yılında Kahire’de kullanılmıştı. Osmanların ise topu ilk kez bu tarihten 60 yıl sonra, 1425’de Antalya kuşatmasında kullandıkları kaydedilmiştir. Yeniçerilerin seyyar topla (arkebüz) tanışması 1465 yılındadır. Top tekniği XVII yüzyılda İtalyan Pietro Sardi tarafından geliştirilmişti. İtalyan silah ustalarının Osmanlılara ve başa ülkelere hizmet verme geleneğine rağmen Babürşah, Moğol ordusunu yetiştirmek için Türkler ve Portekizli melezlerden yararlanmıştı. Aynı dönemde Kürdoğlu Kızır Bey  topçu ve 50 silah ustasıyla Sumatra’da Aceh Sultanı Alaaddin’in ordusunu eğitmekteydi.
            Venedikli bir dönme tarafından geliştirilmiş olmasına rağmen Osmanlı havan toplarının kalitesi iyi değildi. Toplar ve havan topları ve bakır gülleler fırlatırdı. Mayınların mükemmel yerleştirilmesinde Ermeni duvar ustaları son derece başarılıydı. I. Selim’in Memluklarda karşı kazandığı zaferler maden cevheri temin edilebilmesi sayesindedir. Babasının seferlerinden ders alan Kanuni Sultan Süleyman yeniçerilere kaval tüfeği verilmesini Osmanlı stratejisinin kuralı haline getirmişti.
            Osmanlı top ve tüfeklerinin namluları silahlara verdikleri önemi yansıtmaktadır. Genellikle silahların üstü özenle işlenir ve tüfeklere savat ve gümüşle kakmalar yapılırdı. Mermi yatağı namludan döküm bir parçayla ayrılmıştı ve üzerinde değişik mesafeleri nişan alabilmek için delikler bulunan bir dışbükey gez vardı. Tüfeğin beş kenarlı kundağı Adapazarı’ndan gelen ağaçlardan yapılırdı. Dipçik omza yerleşecek şekilde açılandırılmıştı. Bu tüfeklerin başları işlenirdi. XVII. Yüzyıl ortalarında ispanya ve İtalya’da geliştirilen Katalan miquelet ateşleme tertibatlı arkebüzün yerini alarak hem tüfeği dinlendirmek hem de kibrit kullanmak zorunluluğu gibi yavaş ve sakar bir işleme son verdi. Çakmaklı tüfeklerle donatılan Avusturyalıların, 1683’teki viyana yenilgisinden sonra Osmanlıları Macaristan’dan söküp atmalarında bu seri ateşli silahını büyük rolü olmuştu.
            Yeniçerilere ayrıca çok yakın mesafelerde kullanmak için tabanca verilirdi. Bu silahlar askerin şahsi malıydı. Her silah şahsa teslim edilir ve bakımından kendisi sorumlu olurdu.l yeniçerilerin aşırı ve azgın davranışları nedeniyle silahları kilit altında saklanır ve kendilerine sadece resmi geçitler için merasim günlerinde dağıtılırdı. Yeniçeriler bu resmi geçitlerde izleyenleri oldukça ürkütücü bir yaylım ateşiyle selamlardı.
            Marsigli’nin 1693 yılında Budin ve Belgrat’ta tanık olduğu gibi Tatarlar şehirlere saldırırken alevli oklar kullanırdı. Diğer el sahları arasında küçük cirit, kargı mızrak kılıç yatağan, hançer, meç, gürz, balta ve insanın kanını donduracak kadar ürkütücü kıvrık pala sıralanabilir. Tırmanma merdivenleri ve kuşatma kuleleri 1683’deki İkinci Viyana Kuşatmasından sonra bunların 40 tanesi ele geçirilmiştir. 18. yüzyılda bile birer savaş abidesi gibi savaş alanlarına taşınmışlardı. Şehirler ve kalelere karşı en etkin silah, duvarların ve kulelerin maharetli bir şekilde mayınlanarak yıkılıp kale hendeğini doldurmasıydı. Bu yıkıntı geçiş için mükemmel bir köprü oluştururdu.
            Osmanlılar, düşmanın artan silah gücü karşısında değiştirilmesi gereken taktiklerini aynen uygulamakta devam ettiler. Değişim sanki Osmanlı askerinin yapısına aykırıydı. Sipahiler içni geçerli olması mümkün görülen bu husus yeniçerileri de kapsamamalıydı. Üstelik ordu farklı diller konuşan değişik ırklardan oluşuyordu. 1683’te Viyana’yı kuşatan yaklaşık 250,000 askerin dörtte biri Suriye’de aşiretlerden ve dörtte birinden biraz fazlası Anadolu’dan geliyordu. Bir o kadarı da kapıkulu askeriydi: Sipahi ya da yeniçeri bölükleri. Geri kalanı Tatar, Transilvanyalı, Ulah ve Kazak’tı. Demek ki zafere ulaşmak ulusal bir karakter olmaktan çok komuta yeteneğinden  kaynaklanıyordu. Osmanlı saldırı düzeninde çok kayıp verilirdi. Çılgın ve ani hamlelerle birbirini dalgalar halinde izleyen saldırlar, sevk ve idareyi sanki disiplinsiz kabile savaşçıları yürütüyormuş izlenimi vermekteydi. Savaş ir ilim haline geldikten sonra da Osmanlıların en gözde birlikleri bile gazi ruhuyla savaşmaya devam ettiler. Ve bu onlar için felaketlerle sonuçlandı.[1]


[1] Godfrey Goodwin, Yeniçeriler, Doğan Kitap, Çev. Derin Türkömer, İst. 2002, S. 79-82

26 Mart 2011 Cumartesi

Takiyüddin Rasathanesinin Yıktırılması Olayı

"Tarihimizin de "Ergenekoncular"dan temizlenmesi gerekiyor."
Ergenekon gündemi sürüyor olanca hızıyla.
Her hafta cephanelikti, tutuklama dalgasıydı, derken farkında olmadan nasıl bir örümcek ağının içine sokulduğumuzu hayretle öğreniyoruz. Aynı şey tarih için de söz konusu. Tarih alanını da saran bir örümcek ağı var, dolayısıyla tarihimizin de "Ergenekoncular"dan temizlenmesi gerekiyor.

Misal mi? Mustafa Balbay'ın 25 Aralık 2003 tarihli "Cumhuriyet"te çıkan "Takiyeddin'den takıyyeye" başlıklı yazısı. Balbay'a göre astronomi bilgini Takiyeddin İstanbul'da bir gözlemevi kurmak ister. Padişah III. Murad izni 'hemen' verir, malzemelerin alımına da yardımcı olur. Lakin 'aynı dönemde' bir veba salgını belirince 'bağnazlar', bunu Takiyeddin'in gökyüzünü araştırmaya kalkmasına bağlarlar ve padişah üzerinde baskı kurarlar. O da ne yapsın, Şeyhülislam'dan fetva ister. "O izin verirse gözlemevi çalışmalarını sürdürecek, vermezse yıkılacaktı. Şeyhülislam, gökyüzünün derinliklerini araştırmanın Tanrı'ya şart koşmak ['şirk koşmak' demek istiyor- M.A.] olduğunu söyleyip gözlemevine karşı çıktı. Bir gecede gözlemevi yerle bir edildi."

Tabii arkasından yobazlığın, bağnazlığın 'Türk dünyasında' bilimin gelişmesine ne büyük darbeler vurduğunu eklemekten geri kalmaz.

Yaklaşık bir hafta sonra, aynı gazetede bu defa isminin başında "Prof. Dr." olan Fatma Esin'in bir yazısı çıkar (2 Ocak 2004). Söylediği şu: "Şeyhülislam hemen fetva vermiş ve 1580'de bir gece topa tutularak yıktırılmış gözlemevi."

Örümcek ağı dediğim böyle bir şey işte. Biri yıkıldı diyor, öbürü ise topa tutularak yıktırıldığını yazabiliyor. Eh, yarın öbür gün bir başkası da çıkıp rasathaneyi canlı bombaların imha ettiğini yazarsa şaşmam.

Allah aşkına, Tophane semtinde, mahalle arasında kurulan bir rasathaneyi topa tutarak yıkmanın mantığı nedir? Bilimin 'düşman' olduğu daha kavi bilinsin diye mi? Koca kale duvarlarını, lağım kazarak çökerten bir devlet, İstanbul'daki taze bir binayı neden topa tutsun? Sonra top atarken etrafındaki mahalleyi imha etmek kaçınılmaz değil midir?

Aslına bakarsanız, yıkımın topa tutarak yapılması diye bir şey yok. Karışıklık şuradan çıkıyor: Kaptan-ı Deryalar aynı zamanda İstanbul'un güvenliğinden sorumlu olup Galata halkının dertlerini dinler, hatta davalarına bakarlardı. Kitaplarda rasathanenin yıkım işi Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa'ya verildi yazıyor ya, birileri çıkıp onun işi denizle olduğu için gemiden topa tutarak yıktırdığı sonucuna atlayabiliyorlar. Halbuki bizzat rasathanenin yapıldığı bölgenin asayiş sorumlusu olduğu için Kaptan-ı Derya'ya verilmiştir yıkım işi.

Şimdi kafanızda dolaşan asıl soruyu cevaplamaya geldi sıra. Şöyle ya da böyle, rasathane neden yıktırıldı?
Önce o tarihlerde gözlemevinin anlam ve kapsamını bilmemiz lazım. İster Batı'ya, ister Doğu'ya bakın, 16. yüzyıl rasathanelerinde astronomi ile astroloji ikiz kardeş gibi geçinir gider. Örneğin, Batı astronomisinin en önemli halkalarından kabul edilen Tycho Brahe'nin aynı zamanda gelecekten haber verme işini yaptığını George Washington Üniversitesi hocalarından Richard H. Schlagel söylüyor. Arthur Koestler'e bakılırsa Brahe bir saray falcısıdır.

Demek ki, o çağda gözlemevlerinde astronomi ile astroloji el ele oyun oynamaktadır. Nitekim Taşköprüzade'nin astronomi hakkında verdiği bilgiler de bunu doğrular niteliktedir. Ona göre astronominin tam 27 dalı vardır ki, bir kısmı 'ahkâm'dır, yani yıldızlara bakarak gelecekten haber verir. Ancak bu ilimle uğraşanları şüphe ve tahminden uzak olmadığı için pek hoş karşılamaz üstad. Geleceği öğrenmek isteyenlere sahih hadisleri araştırma tavsiyesinde bulunur.

Sonuç: 1) 16. yüzyılda Doğu'da da, Batı'da da astronomi, bugünkü gibi yalnız gökyüzündeki olayları gözlemlemekten ibaret bir 'saf bilim' olmaktan uzaktır; yıldızların dünya ve insanlar üzerindeki etkilerini de araştırır. 2) Osmanlı bilginleri astronominin bu 'gizli' boyutuna dikkat çekerek talebelerini uzak durmaları konusunda uyarmışlardır.

Şimdi bu bilgiler ışığında rasathanenin yıktırılması olayına yeniden bakalım.

Fetva metninde bir kelime yanlış yazıldığı için kafaları fena halde karıştırmıştır. Fetvada "İhrâc-ı rasad meş'um ve perde-i esrâr-ı felekiyeye küstahane ıttıla'a cür'et, vehâmet-i âkibeti meczumdur. Hiçbir mülkde mübaşeret olunmadı ki ma'mur iken harab ve bünyan-ı devleti zelzele-nâk-ı inkılâb olmaya" denilmektedir. Yani gözleme çıkılması uğursuz olup yıldızların sır perdelerini küstahça aralama cüretini göstermek kötü bir sona götürür. Bunun yapıldığı hiçbir ülke mamur iken harap olmaktan kurtulamamış, devletin binası deprem olmuş gibi tanınmaz hale gelmiştir.

Buradaki "ihrâc" kelimesinin ben "istihrâc" olduğu veya o anlamda kullanıldığı kanaatindeyim. Çünkü Ayvansarayî de Hoca Sadeddin'in "istihrâc-ı rasad" sebebiyle padişahı uyardığını yazmaktadır. "İstihrâc" kelimesinin "Kâmus-i Türkî"de "tefe'ül, nücûmdan ahkâm çıkarma" anlamlarına ulaşıyoruz; yani fal bakma ve yıldızlardan anlam çıkarma. Bu durumda "istihrâc-ı rasad", gözlem yoluyla yıldızlardan gelecek hakkında hükümler çıkarmak anlamına gelir.

Taşköprüzade gibi din bilginleri kızsalar da, müneccimlik, mesela bir seferin açılmasının uğurlu olup olmadığını veya bir şehzadenin doğacağı uğurlu saati tespit etmek işi değil midir? Nitekim Takiyüddin rasathanede yalnız Uluğ Bey zic'lerini düzeltmekle yetinmemiş, aynı zamanda ertesi yıl İran'a yapılacak seferin zaferle sonuçlanacağını vs. söyleyerek pespembe bir tablo çizmiştir padişahın önüne. Gelin görün ki, açıldığının ertesi yılı İstanbul'da korkunç bir veba salgını başlayıp Kanuni'nin kızı Mihrimah Sultan da dahil olmak üzere pek çok insanı silip süpürünce eleştiriler sertleşmeye başlayacak, bu 'şüpheli' kurumun yeni felaketlere yol açacağı kanaati yaygınlaşacaktı.

İşte daha 3 yıl önce Padişahın özel desteğiyle açılan rasathanenin yıktırılmasındaki asıl sebep, rasathanede hurafelerle uğraşılması olup 'bağnazlık' veya 'yobazlık'la en ufak bir alakası yoktur. İşin ilginç yanı, çok değerli bir Şeyhülislam olan Kadızade Ahmed Şemseddin Efendi'nin tam da hurafelere savaş açmaktan dolayı suçlanmasıdır. Adamı alkışlayacaklarına, bağnazlıkla suçluyorlar.
(kaynak; Mustafa Armağan, zaman gazetesi, 03,05,2009)

Bolşevik İhtilali

1917 yılının ve yeni zamanlar tarihinin en önemli olayını şüphesiz Rusya’daki Bolşevik İhtilali

teşkil etmektedir. Bu ihtilalin derin sebeplerini, Fransız ihtilalinden beri Rusya’nın içinde meydana gelen uzun gelişmelerde aramak gerekir. Bu gelişmeleri de üç unu nokta tarafındın toplayabiliriz. Fikir akımları, köylü meselesi ve işçi meselesi.
Rusya’daki Fikir Akımları: Fransız İhtilalinin ortaya çıkardığı liberal akımın etkisiyle Rusya’da, 1825 Aralık ayında Dekabrist ayaklanması denen gayet dar çerçeveli bir ayaklanma olmuş, fakat bu ayaklanma çabucak bastırılmıştır. Bu hareketin çabuk söndürülmüş olması, Rusya’da fikir akımlarının gelişmesini önleyememiştir. Rusya’nın otokratik siyasal düzenine karşı fikir tepkileri genişleyerek devam etmiştir. Yalnız bu fikir akımlarının bir özelliği olmuştur. Rus aydınları, otokratik düzenini yıkarak, yerine başka bir siyasal düzen açısından bakmamışlar, siyasal düzenin ıslahını sosyal düzene yeni bir biçim verilmesinde aramışlardır. Çünkü sosyal yapının durumu ve başlangıçta özellikle köylünün durumu aydınları böyle bir düşünce şekline götürmüştür.
19. yüzyıldı ortalarından itibaren Avrupa’da Maksizmin ortaya çıkması, ilgi çekici bir özellik olmak üzere, Rus aydınları arasında bu doktrinin geniş bir şekilde yayılması sonucunu vermiştir. Halbuki Karl Marx, kendi fikir sistemini kurarken, hiç önem vermediği memleket Rusya idi. Marş bir proleter ihtilalinin gerçekleşmesi için görmüştü. Rusya’nın tarımsal ekonomik yapısı, Marx’ın düşünce ve ümitlerinde yer almamıştır. Fakat marksizmi gerçekleştiren de bu Rusya olmuştur.
Mamafih şunu da belirtelim ki, sosyalizm konusunda Rus aydınları arasında da çeşitli fikir ve düşünce farklılıkları olmuştur.
Köy meselesi: köylü meselesi ve bu meselenin geçirdiği gelişmeler de Rusya’da Marksist fikirlerin yayılmasında önemli bir rol oynamıştır.
İlk Rus aydınları, otokrasinin yerine kuracakları yeni siyasal düzenin temelini köyde ve köylüde görmüşlerdir. Topraksızlık ve açlık köylünün devamlı ve temel problemiydi. Rus talkının beşte dördü tarımla geçiniyordu. Buna karşılık toprakların ancak dörtte birin sahipti. Toprakta feodal düzen hakimdi. Kulak denen zengin köylü nüfusun yüzde 10 unu teşkil ettiği halde, toprağın yüzde 35’ine sahipti. Öte yandan köylü, asilzadenin toprağında bir serfti. Adeta bir esirdi.
Bu durumu düzeltmek için Kırım Savaşından sonra, 5 mart 1861 de “Kurtuluş Kanunu” yayınlandı. Bu kanunla köylü esir durumdan kurtarılıyor ve köylüye toprak veriliyordu. Lakin bu tedbir yürümedi. Çünkü bir defa, köylüye kötü topraklar dağıtılmıştı. İkincisi, köylüye toprağın mülkiyeti değil, kullanma hakkı verilmişti. Bu hak için de köylü toprağın sahibine karşılığını ödeyecekti. Bu ödeme ise, Barscina Obruk sistemine göre olacaktı. Barsçina sisteminde, köylü, aldığı toprağa karşılık, her yıl bu toprak sahibi için bir süre çalışacaktı. Obruk sisteminde ise, her yıl toprağın sahibine belli bir para ödeyecekti. Köylüye verimsiz ve kötü toprak verilmesi sebebiyle, köylü. Ne hizmet ne de para borcunu ödeyebildi ve toprak sahibi ile yaptığı anlaşmalarla, bir süre sonra yine eskisi gibi esir durumuna düştü.
Bu durumdan ötürü köylünün bir kısmı toprakla uğraşmaktan ve toprak almaktan vazgeçti ve şehirlere akın etti ki, 4 milyon kadar tutan bu insan kitlesi Rus proleteryasının temeline teşkil etmiştir.
Kurtuluş Kanununun bu başarısızlığı, Narodnik veya Narodniçestvo denen Halkçı hareket’in ortaya çıkmasına sebebiyet verdi. Sosyal değişmeyi gerçekleştirmenin çaresini aydınlar köylüyü aydınlatmada buldular ve 1870 lerden itibaren köylere akın ettiler. Bir yandan hükümetin bunu hoş karşılamaması, bir yandan da köylünün aydında olan güvensizliği bu hareketi başarılı kılamadı. 1881’de II. Alexsandr’ın Narodnaya Volya (Halkın İsteği) adlı aşırı bir derneğin üyeleri tarafından öldürülmesi üzerine, Halkçılar Rusya’dan kaçmak zorunda kaldılar.
İşçi Meselesi: Halkçı hareketin başarısızlığı Marksist hareketi kuvvetlendirdi. Çünkü 1800’lerden itibaren Rusya’da endüstri gelişmeye ve bir işçi kitlesi ortaya çıkmaya başladı. Endüstrinin gelişmese ve Kurtuluş Kanununun başarısızlığı birçok köylüyü şehirlere çekti ve şehirlere akın başladı. Bu köylüler şehirlerde gayet kötü şartlar içinde yaşıyorlardı. İşçilerin duruma da köylüden iyi değildi. 12 – 14 saatlik iş günü, iş ve yaşama yerlerindeki sağlık şartlarının kötülüğü, ücretlerin azlığı, birçok hallerde ücretin yüksek fiyatla hesaplanan mal şeklinde ödenmesi, çocukların çalıştırılması, işçi kitlesini göze çarpan özelliği idi. Bu sebeplerle, 1880’lerden itibaren sık sık grevlerin çıktığı görüldü ve bunun sonucu olarak da sendikacılık faaliyeti ortaya çıktı. 1907 yılında sendikaların üye sayısının 250.000 olduğunu söylemek, işçi sınıfının kuvveti hakkında bir fikir vermeye yeter.

Bu temel faktörlerin etkisiyle Marksizm günden güne kuvvetlendi. Rus marksizmin ilk hareketini Narodnik hareketi teşkil eder. Bu hareketin etkisiyle Rusya’da çeşitli Marksist dernekler kurulmuştur. Bunlardan bir tanesi de 1895 Lenin tarafından Petersburg’da kurulan İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliğidir. Fakat bu faaliyeti dolayısıyla Lenin Sibirya’da iken Rus Marksistleri 1898’de Minsk Kongresinde Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni kurdular ki, bu , Bolşevik veya bugünkü Sovyetler birliği Komünist Partisinin başlangıcıdır.
Lenin de Sibirya’da döndükten sonra, İsviçre’de Plekhanov’un etrafında toplanmış olan Rus Marksistlerine katıldı. Fakat biraz sonra bunlar ikiye parçalandılar. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin 1903 de Brüksel ve Londra’da yaptığı ikinci kongrede, Rusya’da Marksist ihtilalin gerçekleştirilmesi ve bunun için de Partinin nasıl bir nitelik kazanması meselesi, görüş ayrılığına sebep olda ve Rus Marksistleri, Lenin ve etrafında toplanan çoğunluk grubu (Bolşevikleri) ile azırlık grubu (Menşevikler) diye ikiye ayrıldı. Zaman zaman yapılan uzlaşma çabaları sonuç vermedi ve 1912 Prag Kongresi bu ayrılığı kesin şekle soktu. Bolşevikler Partiye hakim oldular.
Bu ayrılığa rağmen, gerek Bolşevikler, gerek Menşevikler, gizli bir şekilde dışarıda, Rusya’da Marksist akımın gelişmesi için yoğun faaliyette bulundular. Bu faaliyetlerin sonucu olarak, Menşeviklerden Trotsky’nin liderliğinde 1905 Ocak ayında Petersburg’da bir ayaklanma oldu. Petersburg ve Moskova’da İşçi Sovyetleri kuruldu. Hükümet 1905 Aralık ayında bu ayaklanmayı bastırmaya muvaffak oldu. Bununla beraber, Çar II. Nikola da bazı hürriyetler vermeyi ve Duma’yı (Rus Meclisi) açmayı zorunlu gördü.
Savaş başladığı zaman Rusya tam bir kaynaşma içinde bulunuyordu. Duma’nın açılması, fikir akımlarının su üstüne çıkmasını kolaylaştırmış, lakin aynı zamanda da kaynaşma ve çatışmaları şiddetlendirilmişti. Savaşın güçlükleri, savaşta başarı elde edilememesi, boğazların açılmaması ve Rusya’nın Müttefiklerden yardım alamaması iç şartları günden güne gerginleştirdi ve halkın gıda sıkıntısı da buna eklenince, 8 Mart 1917 de Petersburg Sovyet Cumhuriyeti ilan edilmesini istiyordu. Sovyet yetkilileri ile Duma temsilcileri arasında yapılan iki günlük görüşmelerden sonra, 14 Martta liberal bir geçici hükümetin kurulmasına ve Çarın istifa etmesine karar verildi. Prens Lvov başkanlığında geçici bir hükümet kuruldu. İhtilalci Sosyalistlerden Kerensky Harbiye Bakanı oldu.
Çar II. Nikola tahttan çekilme kararını kabul etmedi ve askerle Petersburg üzerine yürümek istedi. Generallerden hiçbiri buna yanaşmayınca 16 Mart sabahı tahttan feragat etti. Üç yüz yıldan beri devam eden Romonof hükümdarlığı sona eriyordu.
Geçici hükümet, işe başlar başlamaz savaşa devam kararı verdi. Fakat şimdi Bolşeviklerin ve Menşeviklerin hücumu altındaydı. Bolşevikler azınlıkta olmakla beraber, nisan ayında Petersburg’a gelen Lenin’in “Ekmek, Barış, Hürriyet” ve “Bütün İktidar Sovyetlere” propagandası ile Bolşeviklerin kuvveti gün geçtikçe gelişti. Temmuz ayında Kerensky’in Doğu cephesinde yapmak istediği taarruz başarısızlıkla sonuçlanınca, yeni bir ayaklanma patlak verdi. Bunun üzerine Lvov çekildi ve Kerensky başbakan oldu. Ayaklanma dolayısıyla sıkı tedbirler aldı ve Lenin kaçmak zorunda oldu. Şimdi Bolşeviklere katılan Trotsky ise tevkif edildi. Mamafin Eylülde serbest bırakıldı.
Eylül ayında Generallerden Kornilov’un bir askeri diktatörlük kurmak için ayaklanması, solcuları korkuttu ve hükümeti desteklediler. Kornilov’un teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmakla beraber, Kerensky 14 Eylül 1917 de cumhuriyet ilan etti.
Fakat memleketin durumu karmakarışıktı. Ne orduda disiplin kalmıştı, ne idarede düzen ve otorite. Köylü zenginlerin çiftliklerine hücum edip her tarafı yağma ediyor ve yangına veriyordu. Bolşevikler bu karışık durumdan faydalanarak Trotsky’nin liderliğinde bir Askeri İhtilal Komitesi kurarak, 5 Kasımda bir hükümet darbesine teşebbüs ettiler. 7 Kasımda bir hükümet darbesine teşebbüs ettiler. 7 Kasım akşamı hükümet darbesi muvaffak olmuş ve Bolşevikler iktidarı ele geçirmişlerdi. 8 Kasımda Lenin gizlendiği yerden çıkıp Petersburg’a geldi. Rusya’da Bolşevik rejim başlamıştı.
Bolşevik hükümetin ilk işi Çarlığın gizli anlaşmalarını açığa vurmak oldu. Bundan sonra da Almanya ile barış için teşebbüse geçti.

21 Mart 2011 Pazartesi

Şeyh Said İsyanının Milliyetçilik Yönü Var mıydı?

Genelkurmay Başkanlığı'nın yayınladığı "Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar" adlı kitaba inanacak olursak, Şeyh Said isyanı tamamen İngiliz Gizli Haberalma Servisi'nin Musul'u elimizden koparmak üzere tezgâhladığı bir oyundur ve hainlerin bir karşı ihtilalidir.

Bu düz mantıkla bakarsak elbette bir şey görmemiz mümkün değildir. 'İç ve dış güçlerin el ele vererek oynadığı oyun' şeklinde bir basitleştirme, ancak propaganda ve beyin yıkama faaliyetlerinde işe yarayabilir. Tarihte geçer akçe değildir ne yazık ki. Gerçeğin üstünü bir süreliğine örtebilirsiniz belki ama ebediyen, asla!

Bakmayın Genelkurmay'ın isyanda İngiliz parmağı olduğu iddiasına; 1925 Mart'ında İngiliz Büyükelçisi Ronald Lindsay'in bizzat Başbakan İsmet İnönü'ye söylediği gibi İngiltere, Türkiye'nin "barış içinde yeniden yapılanması"nı beklemekteydi. İçerideki huzursuzlukların İngilizlerin de aleyhine olacağına kuşku yoktu. Musul'da pusuya yatmış olan İngiltere, o tarihte henüz Kürtlerin ayaklanmasını istemiyordu, zira bir ayaklanmayı bahane eden Türkiye'nin topuyla tüfeğiyle Musul'a sarkmasından çekiniyordu. Doğal olarak bu durum, Lozan'da girilen barış sürecine büyük zarar verecekti. Dolayısıyla İngiltere'nin bu isyanda bir çıkarı bulunmuyordu. Ancak isyanı bahane olarak kullandığı açıktır; nitekim sonradan Musul'un, kendi içindeki Kürtlere hakim olamayan Türklere teslim edilemeyeceği tezini ustalıkla kullanacaktı.

Önümüzdeki süreçte Türkiye'deki 'Kürt sorunu'nun dönüm noktalarından Şeyh Said İsyanı'nı da tartışacağız. Ancak ben bugün isyanın genelde bakılmayan birkaç yönü üzerinde durmak istiyorum.

İsyanın en ciddi gerekçelerinden birisini, 1924 Mart'ında mahkemelerde yalnızca Türkçenin kullanılması ve Kürtçenin okullarda yasaklanması oluşturmaktadır. Böylece zaten ancak 215 adet okulu ve 8.400 öğrencisi bulunan Kürtlerin yaşadığı bölge (o sırada Türkiye'deki toplam okul sayısı 4.875, öğrenci sayısı ise 382 bindi), eğitim sisteminden tamamen dışlandı, üstüne üstlük okullar kapatılırken bir de "eğitim vergisi" çıkarıldı.

Durum gerçekten tuhaftı. Eğitim hayatı bir kararla bitirilen bir bölgeden eğitim vergisi alınması tepkilere yol açmakta gecikmedi. Bir adım daha atılarak medreseler de kapatıldı ve nihayet Türk-Kürt birlikteliğinin son simgesi olan Halifelik de kaldırıldı.

İsyan başladı. Lice ve Hani bir hafta içinde düştü, Çapakçur da ertesi hafta düşecekti. İşte tam bu sırada Şeyh Said bir manifesto yayınladı. Bölgede bir Kürt yönetimi kurmaktan ve Hilafeti geri getireceğinden söz ediyordu.


"Türkistan Halifesi" yapılmak istenen Şehzade Abdülkerim Efendi, Tokyo'da Japon korumalarıyla beraber.

Peki kurulacak Kürt yönetiminin başkanı kim olacaktı?

Said'in Halife olarak kendini ortaya sürdüğünü sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Onun kafasındaki Halife adayı, aynı zamanda "Kürdistan Hükümdarı" da olacak olan merhum Sultan Abdülhamid'in oğullarından biriydi.

Peki kimdi bu Kürtlerin padişahı olacak Türk şehzade?

Bildiğim kadarıyla Şeyh Said ve avanesi bu makama, Son Halife ve "Kürtlerin Babası" olarak gördükleri Abdülhamid'in en büyük oğlu, 1870 doğumlu Mehmed Selim Efendi'yi münasip görmüşlerdi. Şehzade o tarihte 55 yaşındaydı ve Beyrut'ta yaşıyordu. Üstelik Kadir Mısıroğlu'nun dediğine bakılırsa Araplar kendisine "Sultan Selim" diye hitap ediyorlar, Cünye'deki evi "Kasru'l-Melik", yani "Sultan'ın Sarayı" diye biliniyordu.

Hatta Yılmaz Öztuna'nın aktardığı bir bilgiye göre, Şeyh Said isyanında sadece bildiri yayınlamakla yetinilmemiş, Diyarbakır Ulucami'de Mehmed Selim Efendi'nin adına hutbe dahi okunmuştu. Tabii kendisinin bundan haberdar olup olmadığını bilmiyoruz.

Ancak burada asıl dikkat çekmek istediğimiz husus, kurulacak bir Kürt devletinin başına Türk/Osmanoğlu şehzadelerinden birinin getirilmesi, dahası, Şafii mezhebine bağlı Kürtlerin başına Hanefiliğin koruyucusu olan bir hanedan üyesinin seçilecek olmasıdır. Ve nihayet herhangi bir şehzadenin değil, bir zamanlar 'Kürtlerin Babası' (Bavê Kurdan) diye meşhur olan Sultan II. Abdülhamid'in en büyük oğlunun bu makam için tercih edilmiş olmasıdır.

Kürt tarihi uzmanı David McDowall'ın da dediği gibi, kurulması için bayrak açılan Kürdistan'ın başına Kürt olmayan bir liderin geçirilmek istenmesi, Şeyh Said isyanının hakikaten milliyetçi bir isyan olup olmadığı şüphesini uyandırıyor ("A Modern History of the Kurds", I.B.Tauris, 2004, s. 197-198).

Şeyh Said isyanı gerçekten milliyetçi bir isyan olsaydı, Kürtlerin başına bir 'Türk'ü getirmeyi düşünürler miydi? David McDowall, Şeyh Said'in halife olarak kendisi dahil hiçbir Kürt aday göstermemesini, isyanın milliyetçi olmaktan ziyade, "Kürt dinî partikülerizmi"ne ("Kurdish religious particularism") dayandırıyor. Bir başka deyişle Kürtlüğü savunuyor ama bunu dinî bağlılıkla ve dine bağlanmanın kurtuluşa erdireceği inancıyla yapıyorlardı.
Yani Türkler Hilafeti kaldırmakla dinî önderliklerini kaybettiler, şimdi sıra Kürtlerde. Ama Halife yine Osmanlılardan olacaktı, zira ümmeti bu aileden başkası toparlayamazdı.

İşe bakın ki, Mehmed Selim Efendi bu işlerin adamı değildi ama oğlu Abdülkerim Efendi, tam tersine atak bir yaratılışa sahipti. Maceracıydı. O kadar ki, Japonlar 1933'te kendisini davet edince kalkıp Tokyo'ya gitmiş, Japonların desteğiyle Uzakdoğu'da yaşayan Türk-Tatarları bir bayrak altında toplamak ve bu defa Türkistan Kralı olmak üzere Çin'e karşı harekete geçmişti. Ancak hayalleri kısa zamanda tuzla buz olan atak Şehzade, 1935 Ağustos'unda New York'ta bir otel odasında ölü bulunacaktı. İki yıl sonra da babası "Sultan Selim" ölecekti.

Kadere bakın ki, Mehmed Selim Efendi Kürtlerin, oğlu Abdülkerim Efendi ise Türkistan Türklerinin başına Halife yapılmak istenmişti. İkisi de olmadı. Baba Şam'da, oğul ise New York'ta son uykularını uyumaktalar.

(Mustafa Armağan, 10.01.2010, Zaman Gazetesi)

19 Mart 2011 Cumartesi

Kellog Paktı

               Birleşik Amerika’nın I. Dünya Savaşına katılışının onuncu yıl dönümü dolayısıyla, Fransa Dışişleri Bakanı Aristide Briand 6 Nisan 1927 günü basına verdiği bir demeçte, Amerika ile Fransa’nın aralarındaki münasebetlerinde savaşı kanun dışı eden karşılıklı taahhütte bulunmaları teklif etti. Fransa’nın amacı sadece bir jest yapmaktan ibaretti. Çünkü Fransa ile Amerika arasında bir savaşa kadar gidebilecek bir menfaat çatışması yoktu ve böyle bir taahhüdün çok az önemi olabilirdi. Lakin Amerika’nın yakın bir dostu haline gelmek suretiyle Fransa’ya Avrupa’da özel bir prestij sağlayabilirdi.
            Amerika’nın bu teklife tepkisi ilk önce yavaş oldu. Lakin pasifizm duygularının bu sırada Amerikan kamu oyunda gittikçe kuvvetlenmesi üzerine Amerika Dışişleri Bakanı Kellogg, 1927 aralık ayında Briand’ın teklifine verdiği cevapta, “savaşı bir milli politika aleti olarak kullanmaktan vazgeçme” taahhüdünün, dünya çapında, bütün devletlerce imzalanacak çok taraflı bir antlaşmada yer almasını ileri sürdü. 1928 nisanında da Kellogg bu teklifini İngiltere, Almanya İtalya ve Japon hükümetlerine resmen bildirdi. Almanya bunu derhal kabul etti. Onu İtalya ile Japonya izledi. Lakin Fransa ile İngiltere böyle geniş çapta bir taahhüdü kabulde bir hayli tereddüt geçirdiler. Çünkü bu sırada Fransa ittifak sistemleri politikası izlemekteydi ve böyle bir taahhüt de bu politikanın ruhuna aykırıyrı. Lakin İngiliz ve Fransız kamu oyları Kellogg’un teklifini o kadar destekledirler ki, iki memleketin hükümetleri de bunu kabul zorunda kaldılar.
            Briand- Kellogg Paktı veya Paris Paktı adlarını da alan Kellogg Paktı, 27 Ağustos 1928 de ilk önce dokuz devlet arasında (Birleşik Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Polonya, Belçika ve Çekoslovakya) imzaladı. Bu antlaşma ile tarafla, savaşı milli politikalarına alet etmeyeceklerini, anlaşmazlıkların çözümü için savaş yoluna gitmeyeceklerini, savaştan vazgeçtiklerini ve bütün anlaşmazlıkları için daima barışçı vasıtaları kullanacaklarını taahhüt ediyorlardı.
            Bununla beraber, Fransa ve İngiltere bu antlaşmayı bazı rezervlerle kabul etmişlerdi. Fransa’nın rezervine göre, bu antlaşma ile alınan taahhüt meşru savunma hakkını ortadan kaldırmayacaktı ve imzacı devletlerden birinin bu anlaşmadaki taahhütünden vazgeçmesi halinde, diğerleri de otomatik olarak taahhütlerinden kurtulacaklardı. İngiltere ise, imparatorluk bölgelerini kastederek, dünyanın bazı ölgelerinde hareket serbestisini mahfuz tuttu.

1928 yılı sonuna kadar Kellogg Paktına, Sovyet Rusya da dahil 46 devlet daha katılmıştı. Birleşik Amerika Sovyet Rusya’yı henüz tanımadığı için, Sovyetler orijinal imzacılar arasına davet edilmemişti. Bu sebeple Kellogg Paktını, Batılıların, Sovyet Rusya’yı izole etmek, çember için almak ve Sovyet Rusya’ya karşı mücadele etmek için kurdukları bir kombinezon olarak karşılamışlardır. Fakat Fransız hükümetinin daveti üzerine 1928 ekiminde Sovyet Rusya da bu Pakta katılmıştır. Fakat Paktın yürürlüğe girmesi için, bütün devletlerin tasdik belgelerini amerikan hükümetine tevdi etmeleri gerekiyordu. Ve bu da epey bir zaman alacaktı. Bu sebeple Sovyetler batılılardan da ileri gidere, bazı devletlerle Kellogg Paktının güttügü aynı amacı kapsayan Litvinof Protokolü’nü imza etmişlerdir.
            Kellogg Paktı, bütün dünyaya getirdiği yaygın barış havası dolayısıyla iki savaş arası devresinin önemli bir olayını teşkil eder. Bununla beraber, bu barışçı hareket birçok noksanlıklara sahip bulunmaktaydı, bir defa antlaşmada savaşın ne olduğu tarif bile edilmemişti. Bu ise kötü niyetlilere açık bir kapı bırakıt. İkinci olarak. Belki Amerika hariç büyük devletlerin hemen hepsi samimiyetten yoksundu. Sovyetlerin davranışını biraz önce belirttik. Fransa ise bu paktı bir Amerikan-Fransız dostluğunun gösterisi haline getirdi. Paktın imzasında 1778 Amerikan-Fransız ittifakının imzasında kullanılan mürekkep hokkası kullanıldı.[1]  


[1] Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, 20.yüzyıl Siyasi Tarihi, İst. 2007, S.221-222

Osmanlı'da Basın


Osmanlı yönetimi 18. yüzyılın ortasından beri Avrupa’daki gazetelerin varlığından haberdardır. İlgisi tabii sadece siyasal düzeydeydi. Fransız Devrimi sırasında İstanbul’da Fransız elçiliğince çıkarılan )1795) Bulletin des Nouvelles (Haberler Bülteni) ve sonra Gazette Francaise de Constantinople ( İstanbul’un Fransız Gazetesi) Napolyon’un Mısır’ı işgali sırasında yayınlattığı gazetelerle de siyasi düzeyde ilgilenilmiş, ancak bunlardan örnek alma yoluna gidilmemiştir. Sadece bundan doğan gereksinmeyle Babiali’de Tercüme Bürosu kurulup Avrupa gazetelerinin orada girişilmiştir.
1820’li yıllar Osmanlı topraklarında hem basımevi, hem de basın açısından yeniden bir canlanmanın hissedildiği dönemdir. İlk olarak 1819/1820’de Mısır’da vali Mehmet Ali Paşa’nın girişimiyle Bulak Matbaası’nın kurulması ve 1822’de ürünlerini vermeğe başlaması olayı var. Yayınlarından yarısından fazlası Türkçe, gerisi Arapça’ydı. Bunlar İstanbul’da da ilgi toplayınca İstanbul’daki basımevinin de canlandırılması yoluna gidildi.1815’de Napolyon Savaşları’nın sona ermesi Akdeniz’de ticaretin gelişmesine yaradı ve İzmir mbüyük ilerleme gösterdi. Marsilya, İtalyan ve İngiliz limanlarıyla yakın ilişkide bir tüccar grubu belirdi ve karşılıklı haber ihtiyaca da son derece arttı. Bunun sonucunda, 24 Nisan 1821’de Charles Tricon’un kurduğu Fransızca Le Spectateur Oriental (Doğulu Seyirci) isimli gazete piyasaya çıktı. İçeriği ve yapısı Avrupa gazeteleri ayarında olduğu için ilgi ile karşılandı. Asıl amacı ticaret ve kültür olduğu halda , çıkışından bir ay sonra Yunan ayaklanmasını başlamasıyla hiç beklemediği şekilde tamamen siyasal bir niteliği bürünmek zorunda kaldı, çünkü İzmir’in ticareti Ege Denizine yayılan Rum korsanlar yüzünden tamamen durmuştu.
            Gazete önce Fransız Devriminden aldığı esinle yunanlıları destekleyince hem İzmirli tüccar müşterilerinin hem de Babıalini şimşeklerini üzerine çekti. Pülitikasını daha sonra da sahibini değiştirmek zorunda kalıd. Yazarlıkla başlayıp sonra sahipliği de alan Fransız avukat Alexandre Blacque (Blak Bey) hem bunda hem de daha sonra çıkardığı Le Courrier de Smyrne ( İzmir Habercisi) gazetesinde yoğun bir Osmanlı yanlısı kampanya yürüttü. Yunan rus İngiliz ve Fransız politikalarını eleştirdi. Avrupa’nın Doğu işlerindeki bilgisizliğini ve “uygarlığa ihanet niteliği taşıyor” dediği davranışlarını örneklerle ortaya koyud. II. Mahmut’un başlattığı kendi deyimiyle Türk Devrimi’ni Fransız devriminin çizgisinde bir evrensel adım olarak selamladı ve “Türklerin de insanlar cemiyetinde yerini alma hakkı olduğunu” savundu. Batılı kafasını ve mantığını çok iyi bilen biri tarafından yapılan bu savunma son derece büyük etki yarattı. İzmirli Gazetecinin makaleleri Avrupa basınında yer alıyor. Sultan tarafından çevirtilip okunuyordu. İstanbul’daki Fransız İngiliz, Rus Avusturya, Prusya elçileri hükümetlerine yöneltilen eleştirilere sıra sıra karşı çıktılar. Kapatılması için Babıali’yi sıkıştırdılar. Basın Hukuku kavramının bilmeyen Omanlı yönetimi bu başvuruya da kapitülasyonlar çerçevesinde çözümlenecek bir Avrupalılar arası sorun diye algılmayı tercih ederek kararı Fransız elçisine bıraktı.
            Açık ve serbest kamuoyu fikrine yabancı olan ve yüzden ayaklanmalırının ilk ayında çocuk kadın 15 bun Türk’ü öldüren  Yunanlıların, basınlarının yardımıyla yine de Avrupa’da haklı görülmesine ve Türk vahşetinden bahsettirmesine şaşan Babıali, kendisini karşılık beklemeden Hıristiyanlara karış savunan bu hıristiyandan çok mamnundu. Ama onu nasıl destekleyeceğini bilemiyordu. Daha sonraları Sırplar, Bulgarlar ve Ermeniler de aynı taktiği uygulamışlar ve Babıali yine aciz kalmıştır. Blak bey örneği bu durumda Avrupalı gazeteci ya da o dönemdeki ismiyle “publiciste” kullanarak karşı gelinebileceği öğretmiş oldu. Babıali bu konuda daima Avrupalı gazetecilerin yardımlarını gereksinmiş ve Avrupa basını tarafından yönlendirilmiştir. Osmanlı basınını damgalayan ögelerin başında bu gelir. Osmanlı basınında davranışlarını daima Avrupa basınına göre ayarlamak gereksinmesi böylece doğmuştur.
Avrupa basınıyla sorunları olan sadece Babıali değildir. Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Paşa da, büyük ihtirasları yüzünden Avrupa gazetelerine konu teşkil ediyor ve bunları hemen çevirtip okutuyordu. Bunları kendi görüşlerini aktardığı da oluyordu. Bununla ilgili olmayarak ve sadece idareci kadrosunun kendi çizdiği yolda otomatikman çalışmasını sağlamak amacıyla her idari birimden gelen haber ve raporları toplayıp değerlendiren Jurnal Divanı da kurmuştu. Bunların önemlileri bir bülten halinde Curnal al Hidivi adı altında yüz adet basılıyor ve bilgileri için en yakınlarına dağıtılıyordu. Bu hizmete özel kapalı bir yayındı. İhtiyaçlar ve ilgilenecek kadrolar artınca Curnal al Hidivi’yi bütün idarecilerin yararlanabileceği bir şekilde dönüştürme düşüncesi belirdi. Bu sırada 1827’de bir Fransız’ın İzmir’deki gibi, ticari niteliği ağır basacak bir Fransızca gazete kurmak için başvurması da Mehmet Ali’yi etkilemiş olmalıdır. Aslında Kavalalı Babıali’den çok daha tekelci bir kişiliğe sahip olduğu ve yabanca tüccarları bile ülkesinde zor yaşattığı için Fransız’a gerekli izin vermedi. Sonunda 20 Kasım 1828 yılında Kahire’de yarısı Türkçe yarısı Arapça ilk yerli gazete Vekayi Mirsiye yayına başladı. Bundan üç yıl sonra, 1831’de de II. Mahmut İstanbul’da kendi resmi gazetesi Takvim-i Vakayi yi yayınlattı.
            İlk gazetenin toplumsal etkilerine ve işlevlerini incelemeğe geçemeden önce bu olgunun besımevinin canlanması dönemi ile aynı zamana rastlamasının etkisi üzerinde durmak istiyoruz. Bulak basımevi ilk 14 yılında yılda ortalama 6 kitap yayınlamış, sonra bu miktarı iki misline çıkarmıştı.bu ise çok büyük bir rakam değildi. Bu İstanbul’da da aynıdır. Kitapla karşılaştırıldığında doğal olarak gazete yayını çok daha yoğundu. Yani halka kitaptan çok gazete ulaşıyordu. Basımevi ve basını aynı anda başlaış olmasının önemi türk ve İslam toplumlarının Batının yaşamış olduğu dört yüz yıllık basılmış kitap kültürünü sindirmeden kazete kültürü ile tanışmış olmalarındandır. Kitap kültürü ileri düzeyde uzmanlaşmış kadrolar yetişirken gazete kültürü geniş kitlelerin gündelik bilgilere sahip olmalarını sağlıyordu. Osmanlı toplumunda ve bütün İslam toplumlarında ise bu 400 yılın bilgi birikimini sağlayan kitap yayınlarına ulaşmadan gazete kültürünün ağırlık taşıdı bir döneme giriliyordu.
Yayın alanında gazetenin kitabın önüne geçmesinin bir etkisi de kitap olarak yayınlanacak nitelikteki birçok konunu önce bir gazetede tefrika edilmesi ve bu dizilmiş metinlerin dağıtılmayarak ayrıca kitap olarak basılması alışkanlığının yerleşmesinde görülür. Bu uygulama 20. yüzyılın başlarında da devam etmiştir. Dolayısıyla gazete izlemek genelde kitap yayınlarını izlemek külfetini de ortadan kaldırıyor ve bu anlamda basının önemini artırıyoru. Toplumumuzdaki kitap okuma alışkanlığnı sınırlı kalmasında bu etkeni de akılda tutmak gereklidir.
Önceliğin gazetede olması, benimsenmek istene yeni kültürün çok önemli bir öğesinin de ters yönde işlemesi sonucunu yaratmıştır. Genellikle kitap ister pozitif ya da sosyal bilimleri isterse edebiyatı içersin, bir olayın geçmişteki evrimini iyice saptayıp buradan günün ve geleceğin belirlenmesine yarar. Aydınlanmanın düşünce dünyasına progress (sürekli ilerleme) anlaşını yerleştirmesi bu sayede olmuştur. Batı toplumları yoğun araştırmalarla kendi geçmişlerinin çözümünü belirleyip bunu kitaplarla yayınlamış ve böylelikle gazete sütunlarını bu ileriye bakış çerçevesinde kullanma olanağına kavuşmuşlardır. Türk ve İslam toplumlarında ise basın geçmişin bilimsel çözümlerine dayanmadan doğrudan doğruya yaşanan güncel gerçeğe ve geleceğe ağırlığını koymuştur. Temeli eksik bu yaklaşımın gazete kültürünün egemen olduğu Osmanlı toplunun hemen sonuna kadar fikir hayatımızı etkilediği ve birçok çelişkinin sebebi olduğu daima hatırlanmalıdır. [1]


[1] Orhan Koloğlu, Osmanlı’da 21.yüzyıla Basın Tarihi, pozitif yay. İst. 2006 S. 21-25

14 Mart 2011 Pazartesi

Adıyaman Tarihi

Adıyaman, tarihin bilinen en eski yerleşim yerlerinden biridir. Adıyaman Palanlı Mağarasında yapılan incelemelerde kent tarihinin M.ö. 40.000 yıllarına kadar uzandığı anlaşılmıştır.

Yine Samsat-Şehremuz Tepe'deki tarihi bulgulardan M.ö. 7.OOO yılına kadar Paleolitik, M.O. 5.000 yıllarına kadar Neolitik, M.Ö. 3.OOO yıllarına kadar Kalkolitik ve M.O. 3.0OO-1.200 yıllan arasında da Tunç Çağı dönemlerinin yaşandığı anlaşılmıştır. Bu dönemde bölge Hititlerle Mitannilar arasında el değiştirmiş ve Hitit Devletinin yıkılmasıyla (M.Ö. 1.200) karanlık bir dönem başlamıştır. M.Ö. 1.2OO'den Frig Devletinin kuruluşu olan M.Ö. 750 yıllan arası dönemle ilgili olarak yazılı kaynağa rastlanmamıştır. Ancak; bu dönemde yöre, Asur etkisine girmeye başladığından, Samsat'ta bulunan Asur etkili mühürler ve Kahta Eskitaş Köyünde bulunan Hitit Hiyeroglifi ile yazılmış kitabeler, Anadolu'daki tarihi silsilenin ilimizde de aynen devam ettiğini, göstermektedir. Bu dönemde Adıyaman ve çevresinde Hitit Devletinin yıkılmasıyla ortaya çıkan Geç Hitit şehir devletlerinden biri olan Kummuh Devleti hüküm sürmüştür.

M.Ü. 9OO-70O yılları arasında yöre Asur etkisinde kalmakla birlikte, Asurlular tam olarak egemen olamazlar. 6. yüzyılın başlarından itibaren yöreye Persler hakim olur ve yöre Satrap'lar (Valiler) eliyle yönetilir. M.O. 334 yılında Makedonya Kralı Büyük iskender'in Anadolu'ya girmesiyle Pers'ler hakimiyetini kaybetmiş ve M.ü. 1. yüzyıla kadar yörede Makedonyalı Selev-kos Sülalesi hüküm sürmüştür. Bu sülalenin gücünün zayıfladığı sıralarda, Kral Mithradetes l Kallinikos Kommagene Krallığının bağımsızlığını ilan etmiştir (M.O. 69).

Başkenti Samosota (Samsat] olan Kommagene Krallığı, egemenliğini MS. 72'ye kadar sürdürmüş, bu tarihte yöre Roma imparatorluğunun eline geçmiş ve Adıyaman Roma imparatorluğunun Syria (Suriye) Eyaletine, 6. Lejyon olarak bağlanmıştır. Roma imparatorluğunun 395 yılında Batı ve Doğu Roma olarak ayrılmasıyla, Adıyaman Doğu Roma imparatorluğuna katılmıştır. 643 yılından itibaren bölgeye İslam akınları başlamakla birlikte İslam hakimiyeti ancak 670 yılında Emevi'lerle kurulabilmiştir. 758 yılında ise, II, Abbasi komutanlarından Mansur Ibni Cavene'nin hakimiyetine girer. 926 yılına kadar Abbasi hakimiyetinde kalan H'de bu tarihte Hamdanüerin egemenliği başlar. 958 yılında yöre yeniden Bizanslıların eline geçer.

1114-1181 yıllan arası yöreye Türk akınları olur. 1204-1298 yılları arasında Samsat ve yöresini Anadolu Selçukluları ele geçirir. 1230 ve 1250 yıllarında Moğol saldırılan yaşanır. 1298'de yöre ve bölge Memlüklerin eline geçer. 1393 yılında Adıyaman bu kez de Timurlenk tarafından yağmalanır.

Büyük bir istikrarsızlığın olduğu Orta çağ boyunca Adıyaman Bizans, Emevi, Abbasi, Anadolu Selçukluları, Dulkadiroğullan arasında el değiştirmiş ve nihayet Yavuz Sultan Selim'in Iran seferi sırasında 1516 yılında Osmanlı topraklarına katılmıştır. Osmanlı topraklarına katılan Adıyaman, başlangıçta merkezi Samsat'ta bulunan bir Sancakla Maraş Beylerbeyliğine bağlıyken, Tanzimat’tan sonra bir kaza olarak Malatya'ya bağlanmıştır.

Cumhuriyetin kuruluşundan 1954 yılına kadar eski idari yapısı korunarak Malatya'ya bağlı kaza konumunda olan Adıyaman 1 Aralık 1954 tarihinde 6418 sayılı Kanunla Malatya'dan ayrılarak müstakil il haline gelmiştir.

Kürt Ermeni İlişkileri

          Ermeniler ile Kürtlerin ilişkileri çok eskiye dayanır. Ermeni tarihçiler, Ermenilerin bugünkü Doğu Anadolu ve Kafkasya’ya MÖ 2200 yıllarında Balkanlardan geldiklerini öne sürmektedir. Ancak Ermenilerin dışındaki büyük bir çoğunluk bu iddiaya katılmakta ve bölgeye MÖ 7. yüzyılda geldiklerini savunmaktadır.
            Hangi tarihi kabul edersek edelim asıl olan, Kürtlerle Ermenilerin en az iki bin eş yüyıl komşu olarak iç içe. Birlikte yaşadığıdır. Ermenilerin MS 301 yılında, kralları 3. Tiridates’in Kayser’ vaftiz edilmesiyle Hıristiyan olmaları, Kürtlerin ise 637 yılından itibaren Müslümanlığı seçmeleri bu durumu değiştirmemiştir.
            Bazı dönemlerdeki iktidar mücadelesi ve rekabetler dışında Kürt hükümdarları ile Ermeni beylik ve krallıkları arasındaki ilişkiler genelde dostane olmuştur.
            Lusignan Hanedanı’ndan Kilikya Ermeni Kralı 4. Levon’un 1375 yılında Memluklulara esir düşmesiyle son Ermeni Krallığı sona ermiştir. Yunanlı ünlü General Ksenefon MÖ 401 yılında yazdığı Anabasis (on binlerin dönüşü ) adlı eserinde Ermenistan sınırını Botan Nehri’nin kuzeyi olarak belirtmekte, Kürtlerin ataları kabul edilen Karduklarla Ermeniler arasındaki sınırın Botan Nehri olduğunu söylemektedir.
Ksenefon’un anlattıklarından bugünkü Siirt şehri, Kürt ermeni sınırı olarak anlaşılmaktadır. Ancak tarih içinde Ermeniler, bu sınırlarda güneyde Halep-Diyarbakır-Musul hattına, güneybatıda Sivas, Malatya, Maraş ve Kilikya’ya , Kürtler ise kuzeyde Ermenistan içlerine, batıda da İç Anadolu’ya kadar yayılmışlardı.
            Kürtlerle Ermenilerin yoğun biçimde yan yana yaşadıkları Diyarbakır, Harput, Bitlis, Van, Erzurum vb. bölgelerde ticaret ve zanaatlar genellikle Ermenilerin denetiminde idi. Örneğin Van’da ticaretin % 98’i tarla tarımının % 80’i, 18 ithalat ve ihracatçının tamamı, 50 tefecinin 30’u 1100 zanaatçıdan eczacı, avukat gibi serbest meslek sahiplerinin tamamı Ermeni idi. Ermenilerin şehir nüfusunun % 35’ini oluşturdukları Sivas’ta da durum benzer şekildeydi. Top1am 166 tüccarın 125’i 37 bankacıdan 32’si 153 imalathanenin 130’u Ermenilerindi. Ermeniler yalnız doğu ticaretinin egemeni değil, Avrupa’nın büyük kentlerindeki ticarette de büyük pay sahibiydiler. [1]



[1] Altan Tan, Kürt Sorunu, Timaş Yay, İst. 2009, S. 145-146

Kürt Rus İlişkileri

Kürt- Rus ilişkileri ise daha eskidir. Kürt-Rus ilişkileri Rus Çarlığı’nın Kafkasya’yı ele geçirmesi, İran ordusunu yenmesi, Ermenistan ve Azerbaycan’ı işgal etmesi sonucu Kürtlerle komşu olmasıyla başladı. 1827’de Erivan Hanlığı’nın Rusların eline geçmesiyle o bölgede yaşayan önemli sayıda Kürt, Rus egemenliği altına girdi. Ruslar bu Kürtlerin bir kısmını Dağlık Karabağ yöresine yerleştirdi. Gerek bu önemde ve gerekse 1854-1856 yılları arasındaki Kırım Savaşı’nda, bazı Yezidi Kürt aşiretlerinin dışında Müslümün Kürtler, Osmanlı ordusunun saflarında Ruslara karşı savaştı.
            1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında ise bizzat Şeyh Übeydullah-ı Nehri ile oğlu Seyyid Kbdülkadır ve Şeyh Celadet Arvasi (Karman İnan’nın dedesinin babası) komutasındaki Kürtler Osmanlı ordusuna katılarak Ruslarla savaştı.
            Bu dönemde Nakşibendi şeyhi olan Şelp Şamil’in Kafkasya’da Ruslara karşı verdiği savaşa kendilire de aynı tarikata mensup olan Şeyh Ubeydullah ve Şeyh Celadeddin’in Kürdistan’dan destek oldukları anlatılmaktadır. Hepsinin ortak şeyhi Süleymaniyeli Mevlana Halid-i Şehrozori’dir. Rusların son Botan Beyi Yezden Şer’e kendileriyle ittifak kurması için haber gönderdikleri, ancak Yezdan Şer’in bunu reddettiği bazı Rus kaynaklarında belirtilmektedir.
İttihat ve Terakki Partisi’nin Türkçü, Turancı siyasetini belirginleştirdiği ve imparatoluktaki diğer halklarda olduğu gibi sonrasında Abdürrezzak Bedirhan, Simko, Kör Hüseyin Paşa ve Şeyh Abdüsselam Barzani gibi bazı Kürtler Ruslarla ilişkiye geçerek onların desteğini almaya çalıştı. Ancak Ermeni ayrılıkçı siyasi hareketlerini destekleyen Ruslar, siz konusu Kürtlere ciddi bir destek vermeyip sadece Maku yöresinde bir Kürt okulu açılmasına için verdiler. Birinci Dünya Savaşı’nda ise Kürtler bütün güçleriyle Ruslara karşı koydular. [1]


















[1] Altan Tan, Kürt Sorunu, Timaş yay., İst. 2009, S. 141-142

Osmanlıda Kardeş Katli


Batı dillerindeki “fratricide” kelimesinin tam karşılığı, kardeşlerin öldürülmesidir. Fakat bu kelime Osmanlı hanedanının tarihi ile beraber ele alındığında çoğunlukla daha geniş bir anlamda kullanılmıştır. Bu tabir, padişahın saltanatı için varlığı muhtemel bir tehdit olarak devam eden veya bazı hallerde padişaha varis oma ihtimali olan ailenin erkek üyelerinden herhangi birinin idamını içine alacak şekilde genişletilmiştir. Bu uygulama babaların amcaların, yeğenlerin, kuzenlerin, oğulların ve erkek torunların idamını da içine alır. Bunlardan bir iki kategoriye, yani oğullara  ve erkek torunlara genellikle açık bir isyan durumunda uygulanırdı ailenin kadın üyeleri, saltanata geçemedikleri veya böyle bir şey mümkün olmadığı için bu uygulamanın dışında tutuldular. Ancak yine de bir kısmı bu uygulamaya muhatap olarak şiddetli bir ölümle karşılaştılar.
            Kardeş katli olayı en fazla tahta yeni geçen ve durumunu rakiplerine karşı güçlendirmek isteyen yeni padişahlar; nadiren de kendi istediği oğlunun tahta geçmesini temin için yaşlı padişahlar tarafından uygulanmıştır. Bu durum muhtemelen Doğulu hanedanlar için adeta kader olan ve imparatorluğu yaygın bir hastalık konumunda bulunan parçalanmadan korumak için abartılı bir eğilim olarak ortaya çıkmıştır. Bu tür acımasızca öldürmenin temel onayı, sadece tek bir yüce idarecinin bulunması gerektiği ilkesinden alınıyordu. Bu kural Cem tarafından kendisinin de sultan olmak için yetersiz olduğunu ortaya koyan imparatorluğu II. Beyazıt ile paylaşma öneresi ile çiğnenmek istendi.
            Osmanlı idaresinin il 150 yılında Kardeş Katli meselesi izole edilmiştir. Ancak II. Mehmet döneminde buna yasal onay verilmiş ve onun Kardeş Katli Hukuku için meşhir “Kanunnamesi” resmen ilan edilmiştir. Bu kanunname metni Kuran ve ulamanın otoritesine atıflarla desteklenmişti. Ancak bunların fikir temeli sade olarak “Bir şehzadenin ölümü toprak kaybından evladır” anlayışı idi. Oldukça yumuşak tabiatlı olan II. Mehmet’in halefi II. Beyazıt, Cem’in isyanı olmasaydı muhtemelen bu kanunu yürürlükten kaldıracaktı. Fakat Cem’in isyanı gösterdi ki, Sultanın kişisel güvenliği ve imparatorluğun sürekliliği, kelimenin tam manasıyla bu uygulamanın muhafazası üzerine bina edilmiş gibiydi.
            Bu uygulamanın bir sonucu da Osmanlı soy kütüğünün takip edilebilmesiydi. Bu vesileyle, padişahların erkek evlatları olmalarından dolayı saltanata aday olan şehzade ailelerinin ciddi şekilde sınırlanmasıyla soy aristokrasisinin doğmasına mani olunmuştur. Saltanata geçen padişahın kendisi ve oğulları hariç hükümdar ailesinin izlerini mümkün olan en kısa zamanda ortadan kaldırmanın bekle de etkili tek yolu olması sebebiyle kardeş katlı, bu konudaki temel politika oldu.
            Türkiye hakkında yazı yazan tarihçi ve seyyahların hemen hemen tamamı, kardeş katlı uygulaması neticesinde kaçınılmasız olarak idam edilmeğe maruz kalan şehzadelerin korkunç sonlarını dehşet verici ifadelerle yorumlamışlardı. Şehzadelerin merhametsiz bir meşruiyet kuralı gereği idam edilmelerinden dolayı şaşırmış olan bu yazarlar, şehzadelerin birbirlerini öldürmelerine daha da fazla şaşırmalı değiller miydiler? Bu idam listesi kontrol edilmeğe başlandığında kardeş katli hukuku sebebiyle seksenden fazla idam olayı olduğu görülebilir. Bu hukukun gerçek haklılığı, 650 yıl boyunca beğenilen Osmanlı hanedanının kesintiye uğramaması ve aynı dönemde Avrupa’daki her ülkede sivil savaşın tekrarlanmasından Batılıların acı çekmeleri ile Osmanlı imparatorluğundaki iç mücadelelerin tarafsız bir mukayesesi neticesinde görülebilir.
            Daha fazla destek istenirse padişahların, verdikleri bir müşkil kararda yalnız olmadıklarını ve hatta hem Müslüman hem de Hıristiyan çağdaşlarının örnek çözümlemelerini takip ettiklerinin altını çizmek zorunludur. “Kastilyalı Pedro, kardeşi Don Fadrique’yi öldürdü. Trabzon İmparatoru  Andronicus III. Comnenus, iki kerdeşi Miclael ve George’yi öldürdü ve Andronicus Paleologus ta babası öldüğünde kardeşini suikastla öldürdü. Kardeş katli özellikle Müslüman hanedanlar arasında yaygındı. Çünkü bunlardan büyük ölçüde çok kadınla evlilik uygulaması erkek mirasçıların tehlikeli biçimde artmasına sebep oluyordu. Bunun için Şah İsmail’in genç kardeşlerinin çoğunu öldürdüğü İran’dan daha öteye gitmeğe gerek yok. Bununla beraber Bizans imparatorlarının rakiplerini gözlerine mil çektirerek veya bir başa şekilde sakatlayarak onları teknik ve pratik ve pratik olarak saltanat için kusurlu hale sokmaları ve yaşayan birer ölü haline getirmelerinden kardeş katlinden  daha zalimce bir uygulama değil midir? diye sorulabilir. Aslında mil çektirme uygulaması, Osmanlı padişahları tarafından da en azından üç defa kullanılmıştır. 1385’de I. Murat’ın oğlu Savcı isyan ettiği için gözlerine mil çekilerek cezalandırıldı ve sonradan bunun etkisiyle öldü. Emir Musa, Fetret Devrinde siyasi rakibi, kardeşi Emir Süleyman’ın oğlu Orhan’ın gözlerine mil çektirdi. Yine II. Murat, üç kardeşi, Ahmet, Mahmut ve Yusuf’un gözlerine mil çektirdi.
            Kardeş katlinde uygulanan idam metodu, genellikle hep aynı şekildeydi. Batıda baş kesme, ölüm cezasının en şerefli şekli olarak düşünülüyor ve öldürülenlerin asil kanları muhafaza ediliyordu. Osmanlı imparatorluğunda ise özellikle hükümdar ailesinin yüksek mevkideki üyeleri için kan dökmeyecek, “keman kirişi” denilen bir kirişle boğulmaları suretiyle gerçekleştiriliyordu. İdamın infazı genellikle sarayın Enderun kısmına bağlı dilsizlerin yardım ettiği cellat başı tarafından gerçekleştirildi. Böyle durumlarda idamın şeri onayı olan fetvayı almak için ilk olarak Şeyhülislama başvurmak gerekirdi.
            Kardeş katlinde her olayın şartlarını anlatmak konumuzun dışında kalır, ancak ilginç olanların bir kısmı şöyledir: kardeş katlinin ilki, 1298 yılında I. Osman tarafından tahta adaylıktan uzaklaştırılan  Dündar olayıdır ki, Osman’ın amcası olduğu için bunun amcaya ait olarak tanımlanması daha uygun olabilir. Zira gelenek Dündar’dan yana olmasına rağmen Osman kabile meclisinde onun durumunu sultanlığa engel olduğunu ispatlayarak tahta geçmesini engellemiştir. Halbuki asıl sebep daha önemliydi. I. Beyazıt Kosova Savaşından sonra zafer saatlerinde kardeşi Yakup’un idamını emretti. Çünkü Yakup bu savaşta bir savaşçı olarak gösterdiği maharetten dolayı askerlerin nezdinde kendini beğenmiştir. II. Mehmet tahta geçince küçük kardeşi Ahmet’i öldürtmesi bu sebeple de kendi emirlerini uygulayan görevliyi suçlaması ve hatta onu ihanet suçuyla idam ettirmesi, sarayı şaşkına çevirmişti. Buna ilavaten II. Selim ile kardeşleri arasında henüz babaları I. Süleyman hükümdarken uzun süren bir mücadele vardı. İlk olarak Mustafa ihanet etmiş ve idam edilmişti. Sonra Beyazıt ve oğulları İran’a kaçmışlar ancak Şah Tahmasp tarafından ölüleri geri satılmıştı. Daha sonra III. Mehmet tahta geçince on dokuz kardeşini ve bazı hasekileri bir günde öldürtmek suretiyle bir katliam yapmıştı.
            II. Osman Lehistan seferi için İstanbul’dan ayrılmadan evvel kardeşi Mehmet’in padişah olacak yaşa eriştiği için ortadan kaldırılması gerektiğine karar verdi. Ancak Şeyhülislam Esat Efendi onun bu fikrini reddederek buna fetva vermedi. Fakat Rumeli Kazaskeri Taşköprülüzade Kemalettin Efendi padişahı memnun ederek tarfi etmek ümidiyle fetvayı verdi. IV. Murat saltanatı döneminde 1632’deki isyanın sıkıntısı neticesinde kardeşlerinden üçünü boğdurdu. Ve ölüm döşeğindeyken hanedandan hayatta kalan tek kardeşi İbrahim’i öldürterek hanedanın intiharı yolunda başarısız bir girişimde bulundu. Zira buna anneleri Kösem Mahpeyker  Valide Sultan muhalefet etmişti. Kardeş katlindeki en son olay, II. Mahmut’un muhtelif isyan hareketlerinin odak noktası haline gelen kardeşi IV. Mustafa’nın idamına karar vermesi ve dolayısıyla kendisini hanedanın tek erke üyesi olarak kalmasıdır.
            Kardeş katlı hukukuna müracaat edilmediği olayların bir  kısmında aynı derecede enteresanlıklar vardır. Bunlardan birisi, Ankara Savaşından sonra hep bir arada bulundukları sırada I. Mehmet’in kardeşi Musa’yı ya da Musa’nın kardeşi Mehmet’i ortadan kaldırma teşebbüsünde bulunmamasının sebebi nedir? I. Ahmet’in kardeşi I. Mustafa’yı öldürmemesinin sebepleri bir başka yerde dikkatle ele alınmıştır. Fakat burada ilginç çağdaş bir açıklama şöyledir: “ Ve bugün de Büyük Sultanın Sarayda yaşayan, Mevlevi dervişlerinden olan Mustafa adında bir kardeşi vardı. Ahmet onu sık sık öldürmeye niyetlenirdi. Fakat Ahmet her ne zaman bu düşünceye sahip olsa şiddetli hastalığa yakalanırdı. Çektiği bu acılar, kardeşinin yaşamasına sebep olmuştur. III. Selim kuzenleri IV. Mustafa ve II. Mahmut’un kendisine ölüm tehdidinde bulunduklarında, şayet bir fırsatını bulsaydı, tıpkı II. Mahmut’un birkaç ay sonra IV. Mustafa’yı öldürmesi gibi kendisini ölümden dolayısıyla da hal edilmekten kurtarabilirdi ama böyle bir fırsatı bulamadı. Nihayet hal edilip yerine IV. Murat’ın geçirilmesi yolundaki üç ayrı teşebbüs düşünüldüğünde II. Abdülhamit’in tahta geçtikten sonra IV. Murat’ı öldürtmekten kendisini alıkoyduğunu anlamak zordur. Belki de II. Abdülhamit kamuoyundan ya da daha çok Masonik hareketin etkisiyle uluslar arası alandan gelebilecek tepkinin korkusuyla bu şekilde hareket etmiştir. Çünkü IV. Murat Büyük Doğu Mason Locasının üyesiydi. [1]


[1] Anthony Dolphin Alderson, Bütün Yönleriyle Osmanlı Hanedanı, Yeni Şafak, İst. 1998, S. 57-63