12 Mart 2011 Cumartesi

Kafes Sistemi

16. yüzyılın sonlarına kadar şehzadeler yedi yaşlarına geldiklerinde sarayın harem bölümünden selamlık kısmına alınır ve burada dört yıldan yedi yıla kadar kalırlardı. Daha sonra, gördüğümüz kadarıyla genç şehzadeler, çıraklık hizmetini yapmak, idarecilikte yetişmek için sancak valileri olarak gönderilirlerdi. Babanın ölümü üzerine şehzadelerden birisi, kardeş ve yeğenlerini mümkün olan en kısa zamanda idam ettirmek suretiyle padişah olarak tahta geçerdi. Şehzade valiliklerinin ilgası ve 16. yüzyılın sonlarında Kardeş Katlı Uygulamalarının hemen hemen tamamen geçici olarak askıya alınmasıyla selamlığın iç teşekkülünde önemli değişiklikler zaruri hale geldi.
            Evvela şehzadeler her ne kadar babalarının sağlığında sarayın selamlık kısmında kalıyor idiyseler de, herhalde haremde bulunan anneleri ile sınırlı ilişkilerini de muhafaza ediyorlardı.padişahın ölümüyle beraber bütün oğulları Topkapı Sarayının Dördüncü Avlusu içindeki köşklere veya tek bir köşkten ibaret olan Kafes bölümüne naklediliyorlardı. Herhalde yedi yaşın altında bulunan çok genç şehzadeler anneleriyle beraber sabık padişah hanımlarının bulunduğu Eski Saraya gidiyor ve orada yedi yaşına gelinceye kadar kaldıktın sonra Kafese gönderiliyorlardı. Talihsiz şehzadeler ise ölene kadar orada kalıyorlardı. Eğer bu sırada tahta varis olurlarsa kafesten çıkarılarak tamamen saray hayatına dönüyorlardı.
            Kafes hayatının sıkıntısından kurtulup daha sonra tahttan indirilerek ömürlerini geri kalan günlerini yeniden bu korkunç çevrede geçirmek üzere Kafese dönen bu çok çileli padişahların sayısı yarım düzineyi bulmuştur.
            Dallam’ın Kafesi şehzadeleri gizlice yok etmek için hususi maksatlarla inşa edilmiş bir yer olarak ifade etmesindeki yanılgısına rağmen Kafes hayatı oldukça sefildi. Bununla beraber bazen askerler isyan halet-i ruhiyesi içinde olduklarında padişaha, öldürülmediklerinden emin olmak için şehzadeleri Kafesten çıkararak kendilerine göstermesi hususunda ısrar edebiliyorlardı. Kafesteki şehzadelere, şehzadeden daha çok mahpus gibi davranılıyordu. Serbest hareket etme özgürlükleri yoktu ve ancak Devlet-i Aliyye’nin idaresi kendilerine geçebilir düşüncesiyle genç olanlara oldukça yetersiz bir eğitim sağlanıyordu. Şehzadeler büyüdüklerinden bazen yanlarında kadın bulundurmalarına izin veriliyordu. Ancak Kafeste bir çocuğun doğması ihtimaline karşı da en ileri seviyede koruma tedbirleri alınıyordu. II. Selim ile II. Mahmut’un saltanatları arasında, şehzadelerin tamamı, erken ölümleri veya Kafes kuralları sebebiyle çocuksuz öldüler.
            Eski sistem (şehzade valilikleri) ile yeni sistem (Kafes) arasındaki fark kısaca şöyle ifade edilebilir ;  1600 yılından önce bir şehzade kendi valilik bölgesinde olgunlaşabilir, aile sahibi olabilir, kendisi ve çocukları için tahta geçme ümidi veya ölüm korkusu duyabilirdi. Ancak 1600 yılından sonra hiçbir şehzade tahta çıkmadıkça aile sahibi olamazdı. Dahası az da olsa sürekli şiddetli bir ölümle karşılaşma korkusu içinde yaşardı. Şurası açıktır ki, eğer kardeş katli ile şehzadelerin çocuk edinmeleri bir arada olsaydı, hanedan kendi kendisini çok kısa bir zamanda yok edebilirdi.
            Kardeş katli meselesinde olduğu gibi Kafesle ilgili olarak da tarihçiler ve seyyahlar, mümkün olduğu kadar abartma eğiliminde oldukları bu müessesenin romantik melankolisinden etkilendiler. I. Mustafa’dan II. Mahmut’a kadar olan on altı padişah hariç ( ki babasından hemen sonra tahta geçen fakat tahttan indirilerek Kafese konan IV. Mehmet de buna dahildir) Kafese hapsedilen şehzade sayısı sadece on yedi olarak görünmektedir. Bunun sebebi de, sistemin doğum oranı üzerindeki azaltıcı etkilerinde bulunabilir. Kafeste kalan şehzadelerin erkekliklerinin zayıflaması sebebiyle daha sonra padişah olanlar ya tamamen kısır oluyor ya da çocukları çok takatsiz olup büyük çoğunluğu da henüz bebekken ölüyordu.
            Kafes öyle kötü bir helezondu ki padişah adeta mahpusluk yılları ile zayıflıyor, çok zayıf çocuklar meydana getiriyordu. Öyle ki, bu çocukları da sırayla hapsediliyor ve hatta çürüyorlardı. Kafesteki şehzadelerin büyük çoğunluğu imparatorluğun idaresinde görev almaya hiç müsait olmayan ruhsal bir dengesizlik aralarından makul bir biçimde başarılı bir sultan çıkabiliyordu. Hususi etkilerini ayırt etmek oldukça güç olmasına rağmen sonuç iki farlı faktörün ürünüydü. Bunlar, şehzadelerin kafese girdikleri sıradaki yaşları ve hapis kalma süreleridir.
            Bununla beraber şurası açıktır ki, mazın kafes kurallarının yumuşamasına da izin veriliyordu. Bu esneklik, özellikle anneleri henüz hayatta olan, padişahın öz kardeşinin lehine oluyordu. Bu uygulamaya delil IV. Mehmet’te bulunabilir. IV. Mehmet tahttan indirildikten beş yıl sonra Edirne’de ölünce, II. Ahmet II. Mustafa ve II. Ahmet Edirne’de padişah olarak rağbet gördüler. II. Süleyman sefer hazırlığındayken bu üç şehzade 1691 yılında Edirne’ye gönderilmişlerdi. Fakat bunların İstanbul Topkapı Sarayında kafeste bulunmayışlarının sebebini sadece tahmin edebiliriz. Buna ilaveten bu şehzadelerin de kedilerine ayrıcalık tanınan padişah halefleri olup olmadığını gösteren bir delil yoktu.
            Bununlar beraber kafes sistemindeki bu gevşeme, 18. yüzyılın sonuna kadar çözülmemiştir.
            III. Selim’in babası öldüğünde amcası, I. Abdülhamit ona tam bir serbestiyet tanıdı. Öyle ki bu sebeple III. Selim tahta çıktığında Osmanlı imparatorluğunu yeniden organize etme konusundaki cesaretli girişimlerinde bunun etkileri gayet açık bir şekilde görülmüştür. Muhtemelen II. Mahmut da kendisinin aydın ve ilerici bir padişah olmasına katkıda bulunan bir hürriyet anlayışını almıştı. 19. yüzyıl süresince, kendine has bir form içinde tedrici olarak Kafesin varlığına son verilmiştir. I. Abdülmecit on altı yaşında iken babasının yerine doğrudan tahta geçmiş ve hayatta kalan tek kardeşi Adülaziz’e annesiyle beraber yaşaması kaydıyla da olsa büyük ölçüde hürriyet tanımıştır. Aslında Abdülaziz’in büyük oğlu, Yusuf İzzettin, babası padişah olmadan dört yıl evvel 1857’de doğmuş, bu sebeple de Abdülaziz, I. Süleyman döneminden o güne kadar hanedanın tahta geçmeden yaşamasına izin verilen ve çocuğu tasdik edilen ilk erke üyesi imtiyazını kazanmıştı. Abdülaziz tahta geçince daha ilerici bir sistem kurdu. Dikkatli bir denetim altında yeğenlerine payitaht hayatına katılmaları ve sarayın dışında kendi evlerini geçinmelerini sağlamaları için hemen hemen tam bir hürriyet verdi. Ancak annesinin tesiriyle yeğenlerinin birden fazla çocuk edinmelerine de müsaade etmedi. Hatta Abdülaziz yeğenlerinden V. Murat ve II. Abdülhamit’i 1867’de Paris ve Londra ziyaretine beraberinde götürmüştür. Bununla beraber saltanatının sonuna doğru yeğenlerinin hürriyetlerinden faydalanarak kendilerini politikaya vermeye başladıkları konusunda raporlar gelmesi üzerine hürriyetlerini önemli ölçüde kısıtlayan kararlar aldı.
            II. Abdülhamit hanedan şehzadelerinin evlenme ve çocuk sahibi olmada kendi aile düzenlerini kurma hürriyetlerinden daha da ileri bir adım attı. Fakat bu özel meselelerdeki açık hürriyetin dışında siyasi faaliyet kokusu taşıyan her konuda tam bir yasaklama devam etti. Aynı tutum son iki padişah tarafından etkinliği giderek azalsa da sürdürüldü.[1]




[1] Anthony Dolphin Alderson, Bütün Yönleriyle Osmanlı Hanedanı, Yeni Şafak yay,  İst. 1998. S. 67-72

Osmanlı Nüfusu

BÖLGELERE OSMANLI NÜFUS DAĞILIMI
RUMELİ
Trakya…………1.800.000
Bulgaristan……..4.000.000
Buğdan………….1.400.000
Eflak……………..2.600.000
Bosna ve Hersek……………1.400.000
Rumeli…………….2.600.000
Sırbistan…………...1.000.000
Adalar………………700.000
Anadolu…………….10.000.000






15.500.000
Asya Türkiyesi (Anadolu)
Suriye, Mezopotamya, Kürdistan…………….4.450.000
Arabistan (Mekke, Medine, Habeşistan……………900.000


16.050.000
Afrika (Kuzey)
Mısır……………….2.000.000
Trablus, Fas,
Tunus………..…… 1.800.000
3.8000.000

TOPLAM
35.350.000



IRKLARA GÖRE OSMANLI DEVLETİNİN NÜFUS DAĞILIMI
Irklar
Avrupa’da
Asya’da
Afrika’da
 TOPLAM
Osmanlılar
1.100.000
10.700.000

11.800,000
Slavlar
7.200.000


7.200.000
Rumenler
4.000.000


4.000.000
Arnavutlar
1.500.00


1.500.000
Ermeniler
400.000
2.000.000

2.400.000
Yahudiler
70.000
100.000

170.000
Tatarlar
230.00


230.000
Araplar

900.000
3.800.000
4.700.000
Suriyeli ve Keldanlılar

235.000

235.000
Dürziler

25.000

25.000
Türkmenler

90.000

90.000
Kürtler

1.000.000

1.000.000
TOPLAM
15.500.000
16.050.000
3.800.000
35.350.000


DİNLERE GÖRE OSMANLI DEVLETİNİN NÜFUS DAĞILIMI
DİNLER
AVRPA’DA
ASYA’DA
AFRİKA’DA
TOPLAM
Müslümanlar
3.800.000
12.950.000
3.800.000
20.000.000
Rum Ortodokslar (Ermeniler de dahil)
11.370.000
2.360.000

13.730.000
Katolikler
260.000
640.000

900.000
Yahudiler
70.000
100.000

170.000


1844 YILINDA YAPILAN SAYIMA GÖRE İSTANBUL VE HAVALİSİNİN NÜFUSU


Erkek
Kadın
toplam
Osmanlı Tebaasından Olanlar
Müslümanlar
Köleler
Ayrı Ermeniler
Birleşik Ermeniler
Rumlar
Yahudiler

270.000
5.000
109.400

8.420
83.000
10.000
141.000
47.000
95.600

8.580
54.000
13.200
400.000
52.000
205.000

17.000
137.000
24.000
TOPLAM

423.620
359.380
783.000
Yabancı Tebaadan Olanlar

9.960
4.040
14.000
GENEL TOPLAM

433.580
363.420
797.000


[1] M.A.UBICINI, Osmanlıda Modernleşme Sancısı, Timaş yay,  Çev.Cemal Aydın, İst. 1998, S. 34-37

10 Mart 2011 Perşembe

Malazgirt Savaşında Kürtler

Türk'ün Türk'ten başka dostu vardır. Malazgirt'ten bu yana Kürtler Türklerle dosttur." Yazar Yaşar Kemal, Ocak 2007'de yapılan Türkiye Barışını Arıyor" toplantısında böyle konuşmuştu.

Geçtiğimiz 26 Ağustos'ta Malazgirt'te yapılan ve davetli olduğum halde uçak kaçırma rekoruma bir yenisini ekleyerek gidemediğim törende, basına yansıyan haberlere bakılırsa, Belediye Başkanı Mehmet Nuri Balcı konuşturulmamış. Konuşsaymış, Alparslan'ın 20 bin Kürt süvarisi olmasaydı ben bu savaşı kazanamazdım sözüne yer verecek, ardından bir genel affın ilanı ile sivil bir anayasa isteyecekmiş.

Böylece Yaşar Kemal'in öncülüğünde başlayan Malazgirt Zaferi'nin Türk-Kürt kardeşliğinin bir sembolü olarak yeniden okunması çabası şimdilik devlet katında akamete uğramış görünüyor.

Ancak tırnaklarımla kazımaya çalışacağım nokta bu değil. İki soruya cevap arayacağım yazımda: 1) Malazgirt'te Türkler ile Kürtlerin birlikte savaştıkları doğru mu? 2) Eğer doğruysa bu birliktelik gönüllü mü oldu yoksa zoraki mi?

Baştan söyleyeyim ki, ben meseleye ırk ve milliyetçilik penceresinden bakmadım, bakmam da. Ancak tarih niyetlerimizin kuyruğuna takıldığında değil, adam gibi okunan bilgi ve belgelere dayandığı zaman anlamlıdır. Güncellik elbette tarihin kullanımı için uygun fırsatlar sunar ama ihtiyatı elden bırakmamak şarttır. İşte yukarıdaki çifte sorunun bizi götürdüğü nokta, tarih ile efsanenin nasıl kolayca nikâh kıyabileceğidir.

İlk sorudan başlayalım. Malazgirt Meydan Savaşı'nı yapan Alparslan'ın ordusunda Kürtler var mıydı? En azından iki Arap kaynağına, Sıbt İbnu'l-Cevzî'nin "Mir'atu'z-Zamân"ı ile İbnu'd-Devâdârî'nin "Kenzü'l-Durer"ine dayanarak var olduklarını söyleyebiliriz. Ancak birincisi Alparslan'ın ordusuna "10 bin Kürt'ün", ikincisiyse "Kürtlerden ve diğer kavimlerden 10 bin kadar insan"ın katıldığını açıklamaktadır.

Yani elimizde ikisi de en az 1-1,5 asır sonra kaleme alınmış iki Arapça kaynak var; birisi "10 bin Kürt" derken, öbürü bu rakamı "Kürtler ve diğerleri"nin paylaştığını yazmaktadır. (Bkz. F. Sümer-A. Sevim, "İslam Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı", TTK, 1971, s. 34 ve 57.) Dolayısıyla Malazgirt Savaşı'na 10 bin Kürt askerin katıldığı malumatını sorgu odasına almamız şarttır. Hele Malazgirt belediye başkanının açıklamalarında olduğu gibi "20 bin Kürt süvarisi", tam bir hayaldir. Hatta hızını alamayıp Alparslan'a "Eğer 20 bin Kürt süvarisi olmasaydı ben bu savaşı kazanamazdım" bile dedirtiyor başkan. Alın size yeni bir efsane daha!

Dolayısıyla kaynaklar 10 bin kişinin tamamının Kürt olduğunu söylemediği gibi, tamamının asker olduğunu da söylemiyor. Hele hele 'süvari' diyen hiç kimse yok. Bunların hepsi profesyonel savaşçı olmadığı gibi, iki kaynakta da "Kürtler" ve "insan" denilmesinden yola çıkarak bir kısmı asker olsa bile içlerinde asker olmayanların da mevcut bulunduğunu söyleyebiliriz.

Şimdi ikinci soruya geçiyorum. Diyelim ki, Malazgirt Savaşı öncesinde Selçuklu ordusunda 10 bin Kürt askeri vardı, peki bunlar Yaşar Kemal'in dediği gibi Türklere dostluk ve yardım amacıyla mı yoksa mecburiyetten ve şartların zorlamasıyla mı katıldılar?

Tarih, belgeleri kör gözüm parmağına der gibi okumak değildir. Onların içindeki hareketi cıvıltıya kulak vermek de tarihçinin görevi değil midir? İşte 12. yüzyılda İbnü'l-Ezrâk tarafından yazılıp dilimize "Mervanî Kürtleri Tarihi" adıyla tercüme edilen eserde Kürtlerin Selçuklu ordusuna hangi şartlarda katıldıklarına dair başka kaynaklarda geçmeyen ayrıntıları yakalıyoruz.

Mervânîler, Diyarbakır ve çevresinde hüküm süren bir Kürt devletidir. Malazgirt Savaşı öncesinde Mervanîler, Nizamüddin Nasr ile kardeşi Said arasındaki iç savaşa sahne oluyordu. İbnü'l-Ezrâk'a göre Said, Alparslan'a sığındı. 1071'de Romen Diyojen İstanbul'dan hareket edince Alparslan Said'i yanına alarak da Diyarbakır'a geldi. Vezir Nizamülmülk Silvan'a giderek kardeşi Nizamüddin'le görüştü ve onu kardeşinin de yanında bulunduğu Alparslan'ın huzuruna gitmeye razı etti. Heybelere çok sayıda hediye ve para doldurarak yola çıkarken, karısı ve bacıları Nizamülmülk'ün eteğine sarılarak muhtemelen Alparslan'ın onu bir cezaya çarptırmasına mani olmaya çalıştılar. Vezir de onlara Nizamüddin'in evden emir olarak gideceği ve sultan olarak döneceği sözünü verdi.

Gelin görün ki, Alparslan da Said'e Sultanlık vaadinde bulunmuştur. Sözünden geri dönmek istemeyen Alparslan'ı ava çıkaran Vezir, Said'i yakalayıp hapseder ve Nizamüddin'i "Sultanü'l-Ümerâ" (Emirlerin Sultanı) ilan ettirir.

Böylece bütün varlığını Selçuklulara borçlu hale gelen Mervanî Sultanı Nizamüddin, Alparslan Musul seferinden Malazgirt'e yeniden dönünce hem topraklarından geçmesine izin verdi, hem de kendisine, Mükrimin Halil Yınanç'ın dediği gibi bütün kuvvetlerini teslim etti. Yeter ki, kendisine dokunmasındı.

İşte Alparslan'ın Malazgirt'teki ordusundaki o 10 bin Kürt'ün varlık sebebi. Görüldüğü gibi Nizamüddin'in asker vermekteki maksadı Selçuklu'ya iyilik etmek değil, taht ve tacını korumak için uğruna çırpınış ve yaranma peşindeydi. Nitekim halktan zorla topladığı paraları önüne yığdığında, Alparslan kendisine bu paranın kime ait olduğunu sormuş, halktan cebren topladığını öğrenince de kimden ne kadar aldıysa aynen geri vermesini emretmişti.

Malazgirt Zaferi'nde Kürtlerin de payının bulunması, onun değerini asla küçültmez. Lakin Kürtler, Alparslan'ın ordusuna zaten Selçuklu Devleti olmadan ayakta duramayacak Mervanî emirliğinin iyilikseverliğinden değil, mecburiyetten katılmışlardı. Unutmayalım ki, Bizans galip gelseydi ortadan kalkacak olan ilk devletlerden biri, Selçuklular değil, Mervâniler olacaktı.

Açılıma tarih desteği verelim, eyvallah ama verdiğimiz, gerçekten 'tarih' olsun
[1]


[1]  [1] Mustafa Armağan, Zaman Gazetesi,  30.08.2009

Balkan Harbinin Sebepleri

              Osmanlı tarihinin en büyük yenilgilerinden biri olan Balkan Savaşlarını sadece Türkler ve küçük Balkan devletleri arasındaki bir mücadelenin ürünü saymak yanlış olur. Dünya güç dengelerinin oluşmasında önemli bir yeri olan, hatta I. Dünya Savaşının sebepleri arasında bile sayılabilecek Balkan Harbinin çıkmasında birçok etken vardır.
            Büyük güçler tarih boyunca Balkanlara hakim olabilmek için mücadele vermişlerdir. 19. Asrın başlarında da Rusya ve Avrupa devletleri Balkanlara sahip olmanın planlarını yapmaktaydılar. Paris Antlaşmasından sonra Rusya’nın Balkanlara inmesi geciktirilmiş ise de 1876 Sırp İsyanları ve 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi ile Rusya, Balkanlardaki Ordodoksların hamiliğini üstlenen politikalarına devam etmiş ve İstanbul’daki Rus Büyükelçisi General İgnatiyev aracılığıyla Balkanlardaki Slavları kışkırtmıştı. Bu savaş neticesinde Ruslar Balkanlarda bağımsızlığın kazınmış küçük devletçiklerin hamisi rolünü daha kuvvetli bir şekilde sürdürmüştür
            Rusya Uzakdoğu’daki Japonlara karşı yaptığı savaşı 1905’de kaybedince gözünü geleneksel politikalarına uygun olarak Balkanlara ve Boğazlara çevirdi. Avusturya – Macaristan İmparatorluğu Bosna-Hersek’i ilhak etmesine Rusya razı olursa, buna karşılık Rusya’nın boğazlardaki taleplerine sıcak bakabileceğini iletmişti. 5 Ekim 1908’de Avusturya Bosna-Hersek’i ilhak edince Rusya bunu istemeyerek kabul etti. Bunu üzerine Rusya Jöntürk İhtilali’nden yararlanıp savaş yoluyla boğazları ele geçirmek emelini hayatiyete geçirmek istemişti. Ancak 1908 Reval Buluşmasından sonra müttefiki olan İngiltere ve daha önceki müttefiki Fransa, Rusya’nın Boğazlarda üstünlüğü ele geçirmesini istemiyorlardı. Bunu üzerine Rusya Osmanlıya karşı Balkan devletçiklerin birliğini destekleyerek Balkan Harbi’nin en önemli sebeplerinden birini teşkil etti. Rus hükümetince Balkan devletlerine her türlü yardım sağlandı. Binlerce Rus gönüllü Sırp ve Bulgarların yanında savaşmaya gitti.
            Balkan Savaşlarının önemli sebeplerinden biri de Makedonya meselesidir. Makedonya Devrimci Örgütü (VMRO), 1903 yılında Osmanlı yöneticilerinden çok Müslüman halkı hedefleyen bir ayaklanma planlamıştı. Maksatları Osmanlının ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırmalarını sağlayarak Avrupa kamuoyunu etkilemek ve büyük güçleri müdahaleye zorlamaktı. Fakat senaryo istenen gayeden ziyade problemin uluslar arası bir nitelik kazanmasına sebep olur. Bu problemde Avusturyalılar ile onların desteklediği Bulgarların tercihi, kendi kontrollerindeki bağımsız ya da özerk bir Makedonya’dan yanaydı. Fransa, İngiltere ve Rusya ise Avusturya’nın Makedonya’yı da nüfuz alanına katarak Balkanlarda büyümesi yerine, Makedonya’nın Balkan devletlerince paylaşılmasını desteklemişlerdir. Böylece müttefiklerin onayıyla Balkan Savaşlarının çıkışı de teşvik edilmiş olmaktaydı.
            Harbi hazırlayan ana sebeplerden birisi de Balkan milletleri arasındaki anlaşmazlıkları sona erdiren Kiliseler ve Okullar kanunuydu. 1870 yılında Bulgar ve daha sonra Sırp kiliselerinin bağımsızlıklarına kavuşmalarından ve Fener Rum Patrikhanesinin yönetiminden çıkmasından beri Balkan milletleri arasında Makedonya’da kıyasıya bir kilise kavgası sürmekteydi. Hangi kilise ve kiliselere bağlı hangi okulların kime ait olduğu belli değildi. Bu yüzden özellikle Bulgarlar ile Rumlar arasında çekişme hiç eksik olmuyordu. II. Abdülhamit ise iktidarının ilk gününden itibaren, Balkanlarda denge siyaseti güdüyordu. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden sonra İttihat ve Terakki önderliğinde bu mesele çözümlendi. 3 Temmuz 1910’da Osmanlı Hükümetince çıkarılan Kiliseler ve hangi kilise ve okullar kime ait olduğu belirlenmişti. İttihat ve terakki önderleri 1980 İhtilalinde kendileri tarafından olan azınlıklar arasındaki büyük anlaşmazlık sebebini ortadan kaldırarak böylece bir jest yapmışlardı. Fakat yaptıkları bu siyasi hata Balkanların kaybındaki en önemli sebeplerinden biri olmuştur.
            1910’lu yıllarda cereyan eden Arnavutluk ayaklanmasında ve 1912 nisanında Kuzey Arnavutluk’ta başlayan ayaklanma Mayıs 1912’de Arnavutlar Üsküp’ü işgel ederek hapishanede tutuklu bulunan mahkumları salıverdiler. Memleketlerine yakın olan bölgelerdeki redif depolarını yağmaladılar. Taviz vermek durumunda kalan Jöntürkler’in Balkanları elde tutabilmek içi dini ikinci plana atıp Türkleştirme politikası uygulamaları Arnavutların isyanının en önemli sebeplerindendi. Bu durum Türklerin Slavlara karşı olan üstünlüklerinde en önemli yardımcıları olan Arnavutları kaybetmelerine sebep oldu. Ayrıca bu yenilgi Makedonya’daki diğer Hıristiyanların isyan ve özgürlük ateşinin daha çok parlamasına sebep olmuş ve Balkan Harbinin çıkmasına sebep olmuştur.
            Harbin öbür cephesine yani Balkanlı müttefiklere bakıldığında harbin çıkış sebepleri benzerlikler gösteriyordu.
1-     Karadağlılar daha fazla genişlemek arzusuyla Sancak ve Arnavutluk’ta büyümek istiyordu.
2-     Yunanlılar büyük idealleri olan Adriyatik’ten İstanbul’u içine alacak bir aşrk imparatorluğu kurma sevdasındaydı ve harf öncesi hedefleri ise Makedonya kısmını almaktı.
3-     Sırplar eski Sırbistan topraklarını ihya etmeyi düşünüyorlardı ve harf öncesi hedefleri ise Kosova ve Makedonya’yı almaktı.
4-     Bulgarlar ise kendilerini Balkanlarda yaşayan bütün milletlerin özünü teşkil ettikleri inancıyla Balkanlarda dini ve siyasi bir birlik kurmak azmindeydiler. Harf öncesi hedefleri ise Trakya ve Bulgarlarla meskun Makedonya kısmını almaktı.
Balkan devletçiklerinin büyüme isteğinin ardında yatan sebep ise siyasi olduğu kadar ekonomiktir. Toprak açlığı olarak da ifade edilen demografik büyüme 1880-1910 yılları arasında Romenleri 4.3 milyona, Sırpları ise 1.7 milyondan 2.9 milyona yükselmişlerdi. Bu nüfusa yetecek toprakla lazımdı. Bu da ancak işgallerle gerçekleşebilirdi. 1911’de kırsal kesimin toplam nüfusa oranı Bulgaristan ve Sırbistan’da %80 Romanya’da %75, Yunanistan’da %60 idi. Fakir köyüler tefecilere olan borçlarını ödeyemediklerinden kentlere doğru göç edip işçi sınıfını oluşturmaktaydı. Bu sıkıntılı hayattan Balkan Ülkelerinden siyasi partiler istifade edip, savaşı teşvik ettiler. Balkanlı milletlerin Avrupa ile temasa geçmeleriyle Batı kültürü yayılmaya başladı ve Balkan Devletlerinin hayatında önemli bir yer işgal etti. Devletler düzeyindeki politik çekişmeler milliyetçilerin yararına olarak grupların dayanışmasını kuvvetlendirdi. Bütün bu sayılanlar ülke, içindeki sıkıntıları kapatmak ve halkı savaşa yönlendirmede milliyetçiliği ön planda tutan politikacıların yararına oldu.
                        Balkan harbi öncesinde Osmanlı   devletinin karadan bağlantısı bulunmayan Trablusgarp’ta İtalya’nın saldırısı üzerine girdiği savaştı. Cezayir-i Bahr-i Sefit Vilayetine bağlı olan On İki Adalar işgale uğramıştı. Yine Çanakkale Boğazının İtalyan Donanması tarafından ablukaya alınması Osmanlıyı zor duruma düşürmüştü. Neticede Osmanlı devletinin İtalya’ya karşı mağlup olması Balkan Devletlerini Balkan Harbi öncesinde Osmanlıya karşı birleşmelerinde ve savaşın çıkışında önemli bir etken olmuştur. Osmanlının seferberlik hazırlıkları sırasında Ege Denizinde İtalyan ablukası devam ettiği için, Balkan limanlarına denizden asker sevk etmesi de mümkün olamıyordu. Balkan Harbi öncesinde ittifakları ortadan kaldırmak için Osmanlı devlet adamları gerekli tedbirleri alamadıklarından yenilgi kaçınılmaz olmuştu. Atina Sefareti Müsteşarlığında bulunan Galip Kemali Bey’in 1912 Nisanında İstanbul’a gönderdiği raporlarda Bulgar ve yunan kralları arasındaki gizli haberleşmeler ve bunun neticesinde Rum ve Bulgar Patrikhaneleri arasında gelişmekte olan iyi ilişkilerin dikkat çekici olduğunu, ayrıca Bulgar ve Yunan komiteleri arasıda da bir anlaşma zemini oluşturulmak istendiği noktasında İstanbul’a haberler göndermiş ancak dikkate alınmamıştı. [1]


[1] Yılmaz Öztuna, Osmanlıdan Cumhuriyete Balkanların Makus Talihi Göç, Kum Saati yay. İst. 2001, S. 44-49

9 Mart 2011 Çarşamba

türk basınında giritin yunanistana katılması

tarih tarihin kaynaklarında menkıbnameler hakkında

türk tarihinin kaynaklarından olan bazı menakıbname ve gazavat hakkında

osmanlı gazetesinin girit isyanlarına bakışı

osmanlı gazetesinin girit isyanına bakışı


Kavalılı'dan Mabarek'e Mısır'ın Kuşbakışı Tarihi


Siz hâlâ Batı’dan dilimize çevrilen ilk romanın “Telemak” olduğunu mu sanıyorsunuz? Demek ki, Mısır’ı tanımamışsınız. Tanımış olsaydınız, “Telemak”ın roman olmadığını, Mısır’da yapılan Arapça tercümesinden dilimize çevrildiğini, çeviren Yusuf Kâmil Paşa’nın, Kavalalı’nın damadı olduğunu vs. biliyor olurdunuz.
Velhasıl “Mübareksiz” döneme adım atmış olan Mısır’la zannettiğimizden daha fazla içli dışlı bir tarihimiz var. Öyle ki, modernleşme yolundaki ilk hamlelerimiz Avrupa’dan değil, Mısır’dan gelmişti. Öyle ki, modernleşme yolundaki ilk hamlelerimiz Avrupa’dan değil, Mısır’dan gelmişti.
Osmanlı’nın Müslüman topraklarında ilk gedik, Napolyon eliyle açılır ve kısa süren bu işgal, Mısır’ın uzun tarihinde kalıcı izler bırakır. Peter Mansfield’ın dediği gibi, bu yalnız Osmanlı’nın Müslüman topraklarına yönelik ilk işgal olmakla kalmaz, Oryantalizmi de başlatır ve Avrupalıların iştahını açar.
Napolyon’u İngilizler sayesinde kaçırttık kaçırtmasına ama emperyalizmin Mısır’da gözü kaldı. Dünyanın en verimli topraklarıydı buralar. Dahası, Hindistan’a giden en kestirme denizyolu buradan geçiyordu. Buna sonradan petrol, İsrail dostluğu, laiklikte öncülüğü Türkiye’ye kaptırmış olsa da, Batı’ya en açık stratejik üslerden biri olması eklenecekti.
Mısır’a isyanı bastırmak için gelen Kavalalı Mehmed Ali, pratik zekâsı ve becerisiyle modern Mısır tarihini başlatan adam oldu. Tek kelime Arapça bilmediği halde halk tarafından sevilmiş ve kendisini zorla Mısır valisi ilan ettirmişti. Onun döneminde Mısır, fabrikalar, modern okullar ve orduyla tanıştı, dahası Kütahya önlerine ilerleyecek kadar cüretkârlaştı.
Oğlu İbrahim Paşa da aynı yoldan gitmiş ama erken ölümünden sonra yeğeni Abbas, ikisinin 40 yılda yaptıklarını 6 yılda mahvetmişti. Onun yerine, saflığıyla tanınan amcası Said Paşa geçti. Süveyş Kanalı’nın hafriyatını, Bahriye’den sınıf arkadaşı Ferdinand de Lesseps’e yaptırdı. Aldığı borçlarla tam bir mirasyedi gibi yaşadı. Zamanında İngiliz ve Fransız elçileri devlet içinde devlet haline geldiler. Mısır’ın sömürgeleştirilmesi onun döneminde başladı.
Yerine geçen yeğeni “Muhteşem İsmail Paşa” büyük imar hamlelerine girişti ama bunlar için Avrupa bankalarından korkunç miktarlarda borçlar alınarak ülkenin geleceği ipotek altına konuldu. Bugün gösterilerin yapıldığı “Tahrir Meydanı”nı açtıran da İsmail Paşa’ydı ve Nasır tarafından ismi değiştirilmeden önce “İsmailiye Meydanı” olarak biliniyordu. Yine de Mısır’ı “ileri götürmek” için uğraşmış, rasathane ve opera binaları yaptırmış, giderayak meclisi açtırmış, halkın sesi iyi kötü meydanlarda duyulmaya başlanmıştı.
II. Abdülhamid tarafından azledilen İsmail Paşa’nın yerine oğlu Tevfik getirildi. Tevfik Paşa başlangıçta Sedat ve Mübarek gibi ülkenin reformcu aydınlarıyla uzlaşmıştı ama sonra düşmanları oldu. Hatta Mısırlılara “Siz iyiliklerimizin kölelerinden başka nesiniz ki?” demekten çekinmemişti. İngilizler, onun zamanında Mısır’ı işgal etti.
Yerine geçen Abbas Hilmi de İngilizlerle iyi geçinip muazzam servetini Avrupa bankalarında istifliyor, halkın feryadına kulaklarını tıkıyordu. 1914 yazını geçirmek üzere İstanbul’a giderken İngilizler tarafından tahttan indirildi, yerine Hüseyin Kâmil geçirildi. Kâmil’in tek özelliği ise çalıp çırpmamasıydı.
Mısırda Mübarek dönemi üç haftalık halk eylemiyle sona erdi. Hüsnü Mübarek, 30 yıl önce Enver Sedat’ın ardından devlet başkanı olmuştu.
“Sultan” olarak tahta geçen Ahmed Fuad’ı İngilizler krallığa terfi ettirdiler. Bilim ve sanata meraklıydı. Devasa binalar yaptırınca Mısır’ın ilerleyeceğini sanıyordu. Ne var ki o da boş durmadı. Tahta çıktığında parasızdı, öldüğünde ise milyonları vardı.
Oğlu Kral Faruk 1936′da tahta oturduğunda halk biraz olsun ümitlenmişti. Ancak umutlar yıllar içinde solup gitti. İngiliz danışmanlar nasıl olsa her işin doğrusunu yapıyorlardı. Onun keyfine bakması, hareminden başını çıkarmaması yeterliydi. Ne yalan söylemeli, o da ordunun darbesini tetikleyinceye kadar uğraştı. Çapkınlığıyla nam saldı, boğazına kadar yolsuzluklara battı ve darbe yapılınca canının bağışlanması karşılığında sürgüne gönderildi. Yerine geçen “bebek kral” II. Fuad’ın tahttan uzaklaştırılması için ise bir yıl yetmişti.
1952′de gerçekleşen “Hür Subaylar” darbesiyle cumhuriyet ilan edilecek ve Mısır’ın yeni kralları cumhurbaşkanları olacaktı.
İlk Cumhurbaşkanı General Necib’di ama ipler Nasır’ın elindeydi. Mısır, Kavalalı’dan beri ilk kez karizmatik bir lidere sahip oluyordu. Darbeyle geldi ama hem Mısır’ın hem de Arap âleminin en sevilen lideri oldu. Süveyş Kanalı’nı ve petrolleri devletleştirdi. “Mısır Mısırlılarındır” sloganı, Ortadoğu’da rüzgârları tersine estirdi. Başlangıçta ABD, sonraları SSCB ile yakınlaştı. Ülkesini yeniden Arap âlemine bağlamayı başardı.
Ancak Nasır’ın efsanevi şöhretini İsrail 6 günde bitiriverdi. 1967′de İsrail’in, Mısır hava kuvvetleri daha havalanmadan imhasıyla başlayan 6 Gün Savaşı’ndaki yenilgi üzerine Nasır, özür dileyerek istifa etti. Bu açık yürekliliği halkın hoşuna gitti ve “N’olur gitme” mitingleri düzenlendi. 1970′teki ölümüne kadar koltuğunda oturduysa da artık eski Nasır değildi.
Askerlerin yönetimi Enver Sedat’la devam etti. İsmini Enver Paşa’dan almıştı, akıbeti de ona benzedi. Başlangıçta reformlar yaptı, halka yakın göründü, hapishanelere doldurulan Müslüman Kardeşler’in liderlerini serbest bıraktırdı, çok partili hayatı başlattı. Dış politikada dümeni Sovyetler’den Amerika’ya doğru kırdı. Camp David’deki imzayla İsrail’i tanıyan ilk Arap ülkesi olması onu Batı’nın gözünde yükseltirken Arap dünyasında itibarsızlaştırdı. Zamanla Müslüman gruplara karşı sertleşti ve 1981 Eylül’ünde büyük tutuklamalara girişti. Bir ay sonra aşırı İslamcı bir grubun üyeleri tarafından öldürüldü.
Aynı törende açılan ateşle yaralanan Sedat’ın yardımcısı ve eski Hava Kuvvetleri Komutanı Hüsnü Mübarek’in, Kavalalı’dan sonra en uzun süre koltukta oturan lider olacağını kimse tahmin edemezdi. O da başlangıçta uzlaşmacı bir görüntü çizdi, Müslüman Kardeşler’in meclise girmesine izin verdi. Amerika-İsrail çizgisini korudu ama Arap Ligi’ne dönerek Nasır’ın liderlik konumunu yakalamaya çalıştı. Türkiye’nin atağına kadar da İsrail parantezi hariç bu imajı oluşturmakta başarılı oldu. Sansürle, kısıtlı seçimlerle ve yolsuzluklarla suçlandı. İnternet ve uydu antenlerin gelişiyle zor günler yaşadı. 18 gündür devam eden gösteriler, Mısır halkına sesini duyurma imkânını verince Mübarek koltuğunda daha fazla kalamadı.
Bu “kuşbakışı tarih”ten çıkaracağımız sonuç şu olmalı: Esas mesele, Mısır’ın Mısırlıların olup olmayacağı. Nasır’ın yaralı ruhu dirilir mi? Göreceğiz.
 Mustafa Armaağan, Zaman Gazetesi 13 Şubat 2011, Pazar

7 Mart 2011 Pazartesi

Fetret Devri

Fetret Devri, Yıldırım Beyazıt’ın 1402 yılında Timur ile yaptığı Ankara Savaşında yenilip esir düşmesiyle dört oğlu arasında çıkan taht kavgaları nedeniyle Osmanlı Devletinin hükümdarlık meşruiyeti sorunun ortaya çıkmasıyla 1402-1413 yılları arasındaki buhranlı dönemi kapsar.
Bu süreçte Yıldırım Beyazıt’ın oğulları kendilerine bağlı birliklerden destek alarak ülkenin farklı bölgelerinde hükümdarlıklarını ilan ettiler. Süleyman Çelebi Edirne’de, İsa Çelebi Balıkesir’de, Çelebi Mehmet Amasya’da, Musa Çelebi Bursa’da hükümdarlıkların ilan ettiler.
 Şehzadeler arasındaki taht kavgaları, Timur’un Anadolu’nun parçalanması politikasına hizmet etti. Timur buna ek olarak Yıldırım Beyazıt’ın Anadolu’da birliği sağlamak amacıyla hakimiyetine aldığı beyliklere de pay vererek bu parçalanmayı hızlandırdı.
Timur Çin seferine çıkarken geride bir toparlanmamak üzere Osmanlı topraklarını beylikler arasında paylaştırdı. Karamanoğlu Mehmet Bey Timur’un desteğini de alarak Osmanlı dahil bütün beyliklerin hükümdarı olduğunu ilan etti.
Şehzadeler Savaşı:
Ankara Savaşı'nda, son anda zaferi Timur'un kazandığı anlaşılınca, Emir Süleyman Çelebi, 30.000 kişilik kuvvetiyle çekilmiş, önce Bursa'ya, orada hiç beklemeden Rumeli'ye hareket etmişti. Bizans'ın engellemek istemesine rağmen Venedik ve Ceneviz gemileriyle Boğaz'ı geçmiş, Edirne'de hükümdarlığını ilân ederek Trakya ve Balkanlar'a hâkim olmuştu. Yanında kudretli ve tecrübeli vezir Çandarlı Ali Paşa da vardı.
Bayezid'in diğer oğlu Isa Çelebi, Timur'a esir olmaktan kurtulmuş, Bursa-Balıkesir yöresini ele geçirmiş, o da hükümdarlığını ilân etmişti.

Musa ve Mustafa Çelebiler, babaları ile birlikte Timur'a tutsak idiler. Bayezid ölünce Timur, Musa Çelebi'yi serbest bırakmış ve onu babasının cenazesini Bursa'ya götürmeye memur etmişti. Babasının cenazesini getiren ve yanında bir miktar asker de bulunan Musa Çelebi, kardeşi Isa Çelebi'yi Bursa'dan ayrılmaya mecbur bıraktı ve bölgeyekendisi hâkim oldu. Fakat kısa bir süre sonra Isa Çelebi tekrar yürüyüşe geçti ve bu defa Bursa'yı bırakmak zorunda kalan Musa Çelebi oldu. Musa Çelebi halasının oğlu olan Karamanoğlu'nun yanına gitti. Saltanat iddiasından vazgeçmemişti.

Serbest olan şehzadelerden Mehmet Çelebi, Amasyajokat ve Sivas bölgelerine hâkim olmuştu. Durumunu kuvvetlendirince Bursa'ya doğru ilerledi. Ulubat'da karşısına çıkan İsa Çelebi'nin kuvvetlerini yendi. Isa Çelebi Bizans'a sığındı. Mehmet Çelebi Bursa ve iznik çevrelerini de böylece hâkimiyeti altına almış oldu.
Bu sırada Rumeli'ye hâkim olan Süleyman Çelebi, Germiyanoğlu ve Karamanoğlu'na nâme yazarak onlarla daima dost olacağını söylemiş ve kardeşi Musa'yı serbest bırakmamalarını istemişti. Aynı zamanda Bizans'la anlaşarak kardeşi Isa Çelebi'yi serbest bıraktırdı. Ona bir miktar kuvvet vererek öteki kardeşi şehzade Mehmet Çelebi'nin üzerine gönderdi. Anadolu'ya geçen isa Çelebi ile Mehmet Çelebi arasında birkaç defa vuruşma oldu ve sonunda Mehmed Çelebi galip gelerek Isa Çelebi'yi öldürttü.

İsa Çelebi'nin ölümünden sonra Süleyman Çelebi de Anadolu'ya geçti ve Bursa'yı ele geçirdi. Mehmet Çelebi Ankara'ya doğru çekildi, Fakat Emir Süleyman Ankara'yı da zaptetti. Buradan da çekilen Mehmed Çelebi, Karamanoğlu ve Germiyanoğlu ile anlaştı. Birlikte hareket ederek Musa Çelebi'yi serbest bıraktılar ve miktar kuvvetle Rumeli'ye geçmesini sağladılar. Musa Çelebi Rumeli'ye geçince Emir Süleyman Çelebi'nin Anadolu'da kalmayacağı belli idi. Nitekim Süleyman Çelebi de Rumeli'ye geçti. Serbest kalan Mehmed Çelebi, Ankara ve Bursa'yı yeniden ele geçirerek bölgede hâkimiyet kurdu.

Rumeli'ye geçen Musa Çelebi, Sırplar'dan destek almasına rağmen ilk karşılaşmada Emir Süleyman'a yenildi, ama çekilerek gerilla savaşı yapmaya başladı. Bu sırada Emir Süleyman'ın kudretli veziri Çandarlı Ali Paşa vefat etti. Onun ölümünden sonra Emir Süleyman, beyler arasında birliği sağlayamadı ve onları gücendirdi. Başta Yeniçeri Ağası Hasan Ağa olmak üzere bazı beyler Musa Çelebi tarafına geçtiler. Böylece Musa Çelebi'nin kuvveti arttı. Bundan sonra iki kardeş arasında yapılan savaşı Musa Çelebi kazandı ve Emir Süleyman yakalanarak öldürüldü. Nâşını Bursa'ya gönderdiler.

Artık Rumeli'nin hâkimi Musa Çelebi idi. Edirne'ye gelerek tahta çıktı ve Rumeli'de otoritesini kabul ettirmek için fütuhata başladı. 1411 yılında İstanbul'u da kuşattı. Timur'u Anadolu'ya gelmek için asıl kışkırtanın Bizans olduğunu söylüyor ve intikam almak istiyordu. Musa Çelebi tarafından ortadan kaldırılan Emir Süleyman'ın oğlu Orhan, Bizans'ta idi. Bizans imparatoru Orhan Bey'i kuvvet vererek Rumeli'ye gönderdi ve Musa Çelebi'ye saldırttı. Ama onu da yenen Musa Çelebi İstanbul'u tekrar kuşattı. Bizans imparatoru bu defa Mehmed Çelebi ile işbirliğine mecbur oldu.

Mehmed Çelebi fırsatları değerlendiriyor
Usta bir politikacı olan.ve Osmanlı tahtında fek başına kalmak isteyen Mehmed Çelebi bu durumu değerlendirdi. Bizans'ın da yardımı ile Rumeli'ye geçti. Şimdi Musa Çelebi iyice güçlenmiştir ve Bizans'ı sıkıştırmaya başlamıştır. Ama güçlü rakibi Mehmed Çelebi yok edilememiştir ve fırsat kollamaktadır.
Musa Çelebi, iyi bir idareci değildi. Çevresine haşin davranıyor, beylerin kendisinden yüz çevirmelerine sebep oluyordu. En ünlü ve nüfuzlu beyleri ayrılıp Mehmed Çelebi'nin yanına gittiler. Mehmed Çelebi, kuvvetlerini toplayarak üçüncü defa Rumeli'ye geçti. Edirne'ye doğru iierledi, Musa Çelebi'nin öncü kuvvetlerini yendi ve Edirne önüne geldi. Fakat kale kumandanı ve Edirne'dekiler şehrin kapılarını açmayarak Mehmed Çelebi'ye şu haberi gönderdiler: "Sizi sur içinde kabul edemediğimiz için özür dileriz. Şehzadeler aralarında he-saplaşsın, taht şehrini galip gelen tarafa teslim ederiz."

Bu, akıllı bir davranış idi. Şehri zorla almaya kalkan taraf yıpranacak, Edirneliler gözünde prestij kaybedecek ve öbür tarafın galibiyetini hazırlamış olacaktı. Mehmed Çelebi hiç ısrar etmedi. Kuzeye yönelerek kardeşinin üzerine yürüdü. Kardeş orduları Sofya yakınında şiddetli bir savaşa tutuştular. Musa Çelebi çok cesur dövüştü. Fakat atı tökezlenerek düştüğü zaman Mehmed Çelebi'nin askerleri tarafından yakalandı. Mehmed Çelebi de onu öldürterek nâşını Bursa'ya gönderdi (5 Temmuz 1413). Bu galibiyetten sonra Edirne'de tahta çıkan Mehmed Çelebi, bütün rakiplerini ortadan kaldırmış, Osmanlı Devleti'nin sultanı olmuştu. Böylece "Fetret Devri" sona ermiş oluyordu.

Bütün bu olaylar, taht kavgaları ile geçen bu kargaşa dönemi, 11 yıl sürmüştür. Şimdi Mehmed Çelebi, Rumeli ve Anadolu'da birliği sağlayacak, Osmanlı Devleti'nin sağlam temeller üzerine kurulduğunu ispat edecektir. Artık tahtın ortağı yoktur ve "Devlet şirket kabul etmeyecektir."
Alıntı:  (http://www.gozlemci.net/2212-fetret-devri.html)