26 Mart 2011 Cumartesi

Takiyüddin Rasathanesinin Yıktırılması Olayı

"Tarihimizin de "Ergenekoncular"dan temizlenmesi gerekiyor."
Ergenekon gündemi sürüyor olanca hızıyla.
Her hafta cephanelikti, tutuklama dalgasıydı, derken farkında olmadan nasıl bir örümcek ağının içine sokulduğumuzu hayretle öğreniyoruz. Aynı şey tarih için de söz konusu. Tarih alanını da saran bir örümcek ağı var, dolayısıyla tarihimizin de "Ergenekoncular"dan temizlenmesi gerekiyor.

Misal mi? Mustafa Balbay'ın 25 Aralık 2003 tarihli "Cumhuriyet"te çıkan "Takiyeddin'den takıyyeye" başlıklı yazısı. Balbay'a göre astronomi bilgini Takiyeddin İstanbul'da bir gözlemevi kurmak ister. Padişah III. Murad izni 'hemen' verir, malzemelerin alımına da yardımcı olur. Lakin 'aynı dönemde' bir veba salgını belirince 'bağnazlar', bunu Takiyeddin'in gökyüzünü araştırmaya kalkmasına bağlarlar ve padişah üzerinde baskı kurarlar. O da ne yapsın, Şeyhülislam'dan fetva ister. "O izin verirse gözlemevi çalışmalarını sürdürecek, vermezse yıkılacaktı. Şeyhülislam, gökyüzünün derinliklerini araştırmanın Tanrı'ya şart koşmak ['şirk koşmak' demek istiyor- M.A.] olduğunu söyleyip gözlemevine karşı çıktı. Bir gecede gözlemevi yerle bir edildi."

Tabii arkasından yobazlığın, bağnazlığın 'Türk dünyasında' bilimin gelişmesine ne büyük darbeler vurduğunu eklemekten geri kalmaz.

Yaklaşık bir hafta sonra, aynı gazetede bu defa isminin başında "Prof. Dr." olan Fatma Esin'in bir yazısı çıkar (2 Ocak 2004). Söylediği şu: "Şeyhülislam hemen fetva vermiş ve 1580'de bir gece topa tutularak yıktırılmış gözlemevi."

Örümcek ağı dediğim böyle bir şey işte. Biri yıkıldı diyor, öbürü ise topa tutularak yıktırıldığını yazabiliyor. Eh, yarın öbür gün bir başkası da çıkıp rasathaneyi canlı bombaların imha ettiğini yazarsa şaşmam.

Allah aşkına, Tophane semtinde, mahalle arasında kurulan bir rasathaneyi topa tutarak yıkmanın mantığı nedir? Bilimin 'düşman' olduğu daha kavi bilinsin diye mi? Koca kale duvarlarını, lağım kazarak çökerten bir devlet, İstanbul'daki taze bir binayı neden topa tutsun? Sonra top atarken etrafındaki mahalleyi imha etmek kaçınılmaz değil midir?

Aslına bakarsanız, yıkımın topa tutarak yapılması diye bir şey yok. Karışıklık şuradan çıkıyor: Kaptan-ı Deryalar aynı zamanda İstanbul'un güvenliğinden sorumlu olup Galata halkının dertlerini dinler, hatta davalarına bakarlardı. Kitaplarda rasathanenin yıkım işi Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa'ya verildi yazıyor ya, birileri çıkıp onun işi denizle olduğu için gemiden topa tutarak yıktırdığı sonucuna atlayabiliyorlar. Halbuki bizzat rasathanenin yapıldığı bölgenin asayiş sorumlusu olduğu için Kaptan-ı Derya'ya verilmiştir yıkım işi.

Şimdi kafanızda dolaşan asıl soruyu cevaplamaya geldi sıra. Şöyle ya da böyle, rasathane neden yıktırıldı?
Önce o tarihlerde gözlemevinin anlam ve kapsamını bilmemiz lazım. İster Batı'ya, ister Doğu'ya bakın, 16. yüzyıl rasathanelerinde astronomi ile astroloji ikiz kardeş gibi geçinir gider. Örneğin, Batı astronomisinin en önemli halkalarından kabul edilen Tycho Brahe'nin aynı zamanda gelecekten haber verme işini yaptığını George Washington Üniversitesi hocalarından Richard H. Schlagel söylüyor. Arthur Koestler'e bakılırsa Brahe bir saray falcısıdır.

Demek ki, o çağda gözlemevlerinde astronomi ile astroloji el ele oyun oynamaktadır. Nitekim Taşköprüzade'nin astronomi hakkında verdiği bilgiler de bunu doğrular niteliktedir. Ona göre astronominin tam 27 dalı vardır ki, bir kısmı 'ahkâm'dır, yani yıldızlara bakarak gelecekten haber verir. Ancak bu ilimle uğraşanları şüphe ve tahminden uzak olmadığı için pek hoş karşılamaz üstad. Geleceği öğrenmek isteyenlere sahih hadisleri araştırma tavsiyesinde bulunur.

Sonuç: 1) 16. yüzyılda Doğu'da da, Batı'da da astronomi, bugünkü gibi yalnız gökyüzündeki olayları gözlemlemekten ibaret bir 'saf bilim' olmaktan uzaktır; yıldızların dünya ve insanlar üzerindeki etkilerini de araştırır. 2) Osmanlı bilginleri astronominin bu 'gizli' boyutuna dikkat çekerek talebelerini uzak durmaları konusunda uyarmışlardır.

Şimdi bu bilgiler ışığında rasathanenin yıktırılması olayına yeniden bakalım.

Fetva metninde bir kelime yanlış yazıldığı için kafaları fena halde karıştırmıştır. Fetvada "İhrâc-ı rasad meş'um ve perde-i esrâr-ı felekiyeye küstahane ıttıla'a cür'et, vehâmet-i âkibeti meczumdur. Hiçbir mülkde mübaşeret olunmadı ki ma'mur iken harab ve bünyan-ı devleti zelzele-nâk-ı inkılâb olmaya" denilmektedir. Yani gözleme çıkılması uğursuz olup yıldızların sır perdelerini küstahça aralama cüretini göstermek kötü bir sona götürür. Bunun yapıldığı hiçbir ülke mamur iken harap olmaktan kurtulamamış, devletin binası deprem olmuş gibi tanınmaz hale gelmiştir.

Buradaki "ihrâc" kelimesinin ben "istihrâc" olduğu veya o anlamda kullanıldığı kanaatindeyim. Çünkü Ayvansarayî de Hoca Sadeddin'in "istihrâc-ı rasad" sebebiyle padişahı uyardığını yazmaktadır. "İstihrâc" kelimesinin "Kâmus-i Türkî"de "tefe'ül, nücûmdan ahkâm çıkarma" anlamlarına ulaşıyoruz; yani fal bakma ve yıldızlardan anlam çıkarma. Bu durumda "istihrâc-ı rasad", gözlem yoluyla yıldızlardan gelecek hakkında hükümler çıkarmak anlamına gelir.

Taşköprüzade gibi din bilginleri kızsalar da, müneccimlik, mesela bir seferin açılmasının uğurlu olup olmadığını veya bir şehzadenin doğacağı uğurlu saati tespit etmek işi değil midir? Nitekim Takiyüddin rasathanede yalnız Uluğ Bey zic'lerini düzeltmekle yetinmemiş, aynı zamanda ertesi yıl İran'a yapılacak seferin zaferle sonuçlanacağını vs. söyleyerek pespembe bir tablo çizmiştir padişahın önüne. Gelin görün ki, açıldığının ertesi yılı İstanbul'da korkunç bir veba salgını başlayıp Kanuni'nin kızı Mihrimah Sultan da dahil olmak üzere pek çok insanı silip süpürünce eleştiriler sertleşmeye başlayacak, bu 'şüpheli' kurumun yeni felaketlere yol açacağı kanaati yaygınlaşacaktı.

İşte daha 3 yıl önce Padişahın özel desteğiyle açılan rasathanenin yıktırılmasındaki asıl sebep, rasathanede hurafelerle uğraşılması olup 'bağnazlık' veya 'yobazlık'la en ufak bir alakası yoktur. İşin ilginç yanı, çok değerli bir Şeyhülislam olan Kadızade Ahmed Şemseddin Efendi'nin tam da hurafelere savaş açmaktan dolayı suçlanmasıdır. Adamı alkışlayacaklarına, bağnazlıkla suçluyorlar.
(kaynak; Mustafa Armağan, zaman gazetesi, 03,05,2009)

Bolşevik İhtilali

1917 yılının ve yeni zamanlar tarihinin en önemli olayını şüphesiz Rusya’daki Bolşevik İhtilali

teşkil etmektedir. Bu ihtilalin derin sebeplerini, Fransız ihtilalinden beri Rusya’nın içinde meydana gelen uzun gelişmelerde aramak gerekir. Bu gelişmeleri de üç unu nokta tarafındın toplayabiliriz. Fikir akımları, köylü meselesi ve işçi meselesi.
Rusya’daki Fikir Akımları: Fransız İhtilalinin ortaya çıkardığı liberal akımın etkisiyle Rusya’da, 1825 Aralık ayında Dekabrist ayaklanması denen gayet dar çerçeveli bir ayaklanma olmuş, fakat bu ayaklanma çabucak bastırılmıştır. Bu hareketin çabuk söndürülmüş olması, Rusya’da fikir akımlarının gelişmesini önleyememiştir. Rusya’nın otokratik siyasal düzenine karşı fikir tepkileri genişleyerek devam etmiştir. Yalnız bu fikir akımlarının bir özelliği olmuştur. Rus aydınları, otokratik düzenini yıkarak, yerine başka bir siyasal düzen açısından bakmamışlar, siyasal düzenin ıslahını sosyal düzene yeni bir biçim verilmesinde aramışlardır. Çünkü sosyal yapının durumu ve başlangıçta özellikle köylünün durumu aydınları böyle bir düşünce şekline götürmüştür.
19. yüzyıldı ortalarından itibaren Avrupa’da Maksizmin ortaya çıkması, ilgi çekici bir özellik olmak üzere, Rus aydınları arasında bu doktrinin geniş bir şekilde yayılması sonucunu vermiştir. Halbuki Karl Marx, kendi fikir sistemini kurarken, hiç önem vermediği memleket Rusya idi. Marş bir proleter ihtilalinin gerçekleşmesi için görmüştü. Rusya’nın tarımsal ekonomik yapısı, Marx’ın düşünce ve ümitlerinde yer almamıştır. Fakat marksizmi gerçekleştiren de bu Rusya olmuştur.
Mamafih şunu da belirtelim ki, sosyalizm konusunda Rus aydınları arasında da çeşitli fikir ve düşünce farklılıkları olmuştur.
Köy meselesi: köylü meselesi ve bu meselenin geçirdiği gelişmeler de Rusya’da Marksist fikirlerin yayılmasında önemli bir rol oynamıştır.
İlk Rus aydınları, otokrasinin yerine kuracakları yeni siyasal düzenin temelini köyde ve köylüde görmüşlerdir. Topraksızlık ve açlık köylünün devamlı ve temel problemiydi. Rus talkının beşte dördü tarımla geçiniyordu. Buna karşılık toprakların ancak dörtte birin sahipti. Toprakta feodal düzen hakimdi. Kulak denen zengin köylü nüfusun yüzde 10 unu teşkil ettiği halde, toprağın yüzde 35’ine sahipti. Öte yandan köylü, asilzadenin toprağında bir serfti. Adeta bir esirdi.
Bu durumu düzeltmek için Kırım Savaşından sonra, 5 mart 1861 de “Kurtuluş Kanunu” yayınlandı. Bu kanunla köylü esir durumdan kurtarılıyor ve köylüye toprak veriliyordu. Lakin bu tedbir yürümedi. Çünkü bir defa, köylüye kötü topraklar dağıtılmıştı. İkincisi, köylüye toprağın mülkiyeti değil, kullanma hakkı verilmişti. Bu hak için de köylü toprağın sahibine karşılığını ödeyecekti. Bu ödeme ise, Barscina Obruk sistemine göre olacaktı. Barsçina sisteminde, köylü, aldığı toprağa karşılık, her yıl bu toprak sahibi için bir süre çalışacaktı. Obruk sisteminde ise, her yıl toprağın sahibine belli bir para ödeyecekti. Köylüye verimsiz ve kötü toprak verilmesi sebebiyle, köylü. Ne hizmet ne de para borcunu ödeyebildi ve toprak sahibi ile yaptığı anlaşmalarla, bir süre sonra yine eskisi gibi esir durumuna düştü.
Bu durumdan ötürü köylünün bir kısmı toprakla uğraşmaktan ve toprak almaktan vazgeçti ve şehirlere akın etti ki, 4 milyon kadar tutan bu insan kitlesi Rus proleteryasının temeline teşkil etmiştir.
Kurtuluş Kanununun bu başarısızlığı, Narodnik veya Narodniçestvo denen Halkçı hareket’in ortaya çıkmasına sebebiyet verdi. Sosyal değişmeyi gerçekleştirmenin çaresini aydınlar köylüyü aydınlatmada buldular ve 1870 lerden itibaren köylere akın ettiler. Bir yandan hükümetin bunu hoş karşılamaması, bir yandan da köylünün aydında olan güvensizliği bu hareketi başarılı kılamadı. 1881’de II. Alexsandr’ın Narodnaya Volya (Halkın İsteği) adlı aşırı bir derneğin üyeleri tarafından öldürülmesi üzerine, Halkçılar Rusya’dan kaçmak zorunda kaldılar.
İşçi Meselesi: Halkçı hareketin başarısızlığı Marksist hareketi kuvvetlendirdi. Çünkü 1800’lerden itibaren Rusya’da endüstri gelişmeye ve bir işçi kitlesi ortaya çıkmaya başladı. Endüstrinin gelişmese ve Kurtuluş Kanununun başarısızlığı birçok köylüyü şehirlere çekti ve şehirlere akın başladı. Bu köylüler şehirlerde gayet kötü şartlar içinde yaşıyorlardı. İşçilerin duruma da köylüden iyi değildi. 12 – 14 saatlik iş günü, iş ve yaşama yerlerindeki sağlık şartlarının kötülüğü, ücretlerin azlığı, birçok hallerde ücretin yüksek fiyatla hesaplanan mal şeklinde ödenmesi, çocukların çalıştırılması, işçi kitlesini göze çarpan özelliği idi. Bu sebeplerle, 1880’lerden itibaren sık sık grevlerin çıktığı görüldü ve bunun sonucu olarak da sendikacılık faaliyeti ortaya çıktı. 1907 yılında sendikaların üye sayısının 250.000 olduğunu söylemek, işçi sınıfının kuvveti hakkında bir fikir vermeye yeter.

Bu temel faktörlerin etkisiyle Marksizm günden güne kuvvetlendi. Rus marksizmin ilk hareketini Narodnik hareketi teşkil eder. Bu hareketin etkisiyle Rusya’da çeşitli Marksist dernekler kurulmuştur. Bunlardan bir tanesi de 1895 Lenin tarafından Petersburg’da kurulan İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliğidir. Fakat bu faaliyeti dolayısıyla Lenin Sibirya’da iken Rus Marksistleri 1898’de Minsk Kongresinde Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni kurdular ki, bu , Bolşevik veya bugünkü Sovyetler birliği Komünist Partisinin başlangıcıdır.
Lenin de Sibirya’da döndükten sonra, İsviçre’de Plekhanov’un etrafında toplanmış olan Rus Marksistlerine katıldı. Fakat biraz sonra bunlar ikiye parçalandılar. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin 1903 de Brüksel ve Londra’da yaptığı ikinci kongrede, Rusya’da Marksist ihtilalin gerçekleştirilmesi ve bunun için de Partinin nasıl bir nitelik kazanması meselesi, görüş ayrılığına sebep olda ve Rus Marksistleri, Lenin ve etrafında toplanan çoğunluk grubu (Bolşevikleri) ile azırlık grubu (Menşevikler) diye ikiye ayrıldı. Zaman zaman yapılan uzlaşma çabaları sonuç vermedi ve 1912 Prag Kongresi bu ayrılığı kesin şekle soktu. Bolşevikler Partiye hakim oldular.
Bu ayrılığa rağmen, gerek Bolşevikler, gerek Menşevikler, gizli bir şekilde dışarıda, Rusya’da Marksist akımın gelişmesi için yoğun faaliyette bulundular. Bu faaliyetlerin sonucu olarak, Menşeviklerden Trotsky’nin liderliğinde 1905 Ocak ayında Petersburg’da bir ayaklanma oldu. Petersburg ve Moskova’da İşçi Sovyetleri kuruldu. Hükümet 1905 Aralık ayında bu ayaklanmayı bastırmaya muvaffak oldu. Bununla beraber, Çar II. Nikola da bazı hürriyetler vermeyi ve Duma’yı (Rus Meclisi) açmayı zorunlu gördü.
Savaş başladığı zaman Rusya tam bir kaynaşma içinde bulunuyordu. Duma’nın açılması, fikir akımlarının su üstüne çıkmasını kolaylaştırmış, lakin aynı zamanda da kaynaşma ve çatışmaları şiddetlendirilmişti. Savaşın güçlükleri, savaşta başarı elde edilememesi, boğazların açılmaması ve Rusya’nın Müttefiklerden yardım alamaması iç şartları günden güne gerginleştirdi ve halkın gıda sıkıntısı da buna eklenince, 8 Mart 1917 de Petersburg Sovyet Cumhuriyeti ilan edilmesini istiyordu. Sovyet yetkilileri ile Duma temsilcileri arasında yapılan iki günlük görüşmelerden sonra, 14 Martta liberal bir geçici hükümetin kurulmasına ve Çarın istifa etmesine karar verildi. Prens Lvov başkanlığında geçici bir hükümet kuruldu. İhtilalci Sosyalistlerden Kerensky Harbiye Bakanı oldu.
Çar II. Nikola tahttan çekilme kararını kabul etmedi ve askerle Petersburg üzerine yürümek istedi. Generallerden hiçbiri buna yanaşmayınca 16 Mart sabahı tahttan feragat etti. Üç yüz yıldan beri devam eden Romonof hükümdarlığı sona eriyordu.
Geçici hükümet, işe başlar başlamaz savaşa devam kararı verdi. Fakat şimdi Bolşeviklerin ve Menşeviklerin hücumu altındaydı. Bolşevikler azınlıkta olmakla beraber, nisan ayında Petersburg’a gelen Lenin’in “Ekmek, Barış, Hürriyet” ve “Bütün İktidar Sovyetlere” propagandası ile Bolşeviklerin kuvveti gün geçtikçe gelişti. Temmuz ayında Kerensky’in Doğu cephesinde yapmak istediği taarruz başarısızlıkla sonuçlanınca, yeni bir ayaklanma patlak verdi. Bunun üzerine Lvov çekildi ve Kerensky başbakan oldu. Ayaklanma dolayısıyla sıkı tedbirler aldı ve Lenin kaçmak zorunda oldu. Şimdi Bolşeviklere katılan Trotsky ise tevkif edildi. Mamafin Eylülde serbest bırakıldı.
Eylül ayında Generallerden Kornilov’un bir askeri diktatörlük kurmak için ayaklanması, solcuları korkuttu ve hükümeti desteklediler. Kornilov’un teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmakla beraber, Kerensky 14 Eylül 1917 de cumhuriyet ilan etti.
Fakat memleketin durumu karmakarışıktı. Ne orduda disiplin kalmıştı, ne idarede düzen ve otorite. Köylü zenginlerin çiftliklerine hücum edip her tarafı yağma ediyor ve yangına veriyordu. Bolşevikler bu karışık durumdan faydalanarak Trotsky’nin liderliğinde bir Askeri İhtilal Komitesi kurarak, 5 Kasımda bir hükümet darbesine teşebbüs ettiler. 7 Kasımda bir hükümet darbesine teşebbüs ettiler. 7 Kasım akşamı hükümet darbesi muvaffak olmuş ve Bolşevikler iktidarı ele geçirmişlerdi. 8 Kasımda Lenin gizlendiği yerden çıkıp Petersburg’a geldi. Rusya’da Bolşevik rejim başlamıştı.
Bolşevik hükümetin ilk işi Çarlığın gizli anlaşmalarını açığa vurmak oldu. Bundan sonra da Almanya ile barış için teşebbüse geçti.

21 Mart 2011 Pazartesi

Şeyh Said İsyanının Milliyetçilik Yönü Var mıydı?

Genelkurmay Başkanlığı'nın yayınladığı "Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar" adlı kitaba inanacak olursak, Şeyh Said isyanı tamamen İngiliz Gizli Haberalma Servisi'nin Musul'u elimizden koparmak üzere tezgâhladığı bir oyundur ve hainlerin bir karşı ihtilalidir.

Bu düz mantıkla bakarsak elbette bir şey görmemiz mümkün değildir. 'İç ve dış güçlerin el ele vererek oynadığı oyun' şeklinde bir basitleştirme, ancak propaganda ve beyin yıkama faaliyetlerinde işe yarayabilir. Tarihte geçer akçe değildir ne yazık ki. Gerçeğin üstünü bir süreliğine örtebilirsiniz belki ama ebediyen, asla!

Bakmayın Genelkurmay'ın isyanda İngiliz parmağı olduğu iddiasına; 1925 Mart'ında İngiliz Büyükelçisi Ronald Lindsay'in bizzat Başbakan İsmet İnönü'ye söylediği gibi İngiltere, Türkiye'nin "barış içinde yeniden yapılanması"nı beklemekteydi. İçerideki huzursuzlukların İngilizlerin de aleyhine olacağına kuşku yoktu. Musul'da pusuya yatmış olan İngiltere, o tarihte henüz Kürtlerin ayaklanmasını istemiyordu, zira bir ayaklanmayı bahane eden Türkiye'nin topuyla tüfeğiyle Musul'a sarkmasından çekiniyordu. Doğal olarak bu durum, Lozan'da girilen barış sürecine büyük zarar verecekti. Dolayısıyla İngiltere'nin bu isyanda bir çıkarı bulunmuyordu. Ancak isyanı bahane olarak kullandığı açıktır; nitekim sonradan Musul'un, kendi içindeki Kürtlere hakim olamayan Türklere teslim edilemeyeceği tezini ustalıkla kullanacaktı.

Önümüzdeki süreçte Türkiye'deki 'Kürt sorunu'nun dönüm noktalarından Şeyh Said İsyanı'nı da tartışacağız. Ancak ben bugün isyanın genelde bakılmayan birkaç yönü üzerinde durmak istiyorum.

İsyanın en ciddi gerekçelerinden birisini, 1924 Mart'ında mahkemelerde yalnızca Türkçenin kullanılması ve Kürtçenin okullarda yasaklanması oluşturmaktadır. Böylece zaten ancak 215 adet okulu ve 8.400 öğrencisi bulunan Kürtlerin yaşadığı bölge (o sırada Türkiye'deki toplam okul sayısı 4.875, öğrenci sayısı ise 382 bindi), eğitim sisteminden tamamen dışlandı, üstüne üstlük okullar kapatılırken bir de "eğitim vergisi" çıkarıldı.

Durum gerçekten tuhaftı. Eğitim hayatı bir kararla bitirilen bir bölgeden eğitim vergisi alınması tepkilere yol açmakta gecikmedi. Bir adım daha atılarak medreseler de kapatıldı ve nihayet Türk-Kürt birlikteliğinin son simgesi olan Halifelik de kaldırıldı.

İsyan başladı. Lice ve Hani bir hafta içinde düştü, Çapakçur da ertesi hafta düşecekti. İşte tam bu sırada Şeyh Said bir manifesto yayınladı. Bölgede bir Kürt yönetimi kurmaktan ve Hilafeti geri getireceğinden söz ediyordu.


"Türkistan Halifesi" yapılmak istenen Şehzade Abdülkerim Efendi, Tokyo'da Japon korumalarıyla beraber.

Peki kurulacak Kürt yönetiminin başkanı kim olacaktı?

Said'in Halife olarak kendini ortaya sürdüğünü sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Onun kafasındaki Halife adayı, aynı zamanda "Kürdistan Hükümdarı" da olacak olan merhum Sultan Abdülhamid'in oğullarından biriydi.

Peki kimdi bu Kürtlerin padişahı olacak Türk şehzade?

Bildiğim kadarıyla Şeyh Said ve avanesi bu makama, Son Halife ve "Kürtlerin Babası" olarak gördükleri Abdülhamid'in en büyük oğlu, 1870 doğumlu Mehmed Selim Efendi'yi münasip görmüşlerdi. Şehzade o tarihte 55 yaşındaydı ve Beyrut'ta yaşıyordu. Üstelik Kadir Mısıroğlu'nun dediğine bakılırsa Araplar kendisine "Sultan Selim" diye hitap ediyorlar, Cünye'deki evi "Kasru'l-Melik", yani "Sultan'ın Sarayı" diye biliniyordu.

Hatta Yılmaz Öztuna'nın aktardığı bir bilgiye göre, Şeyh Said isyanında sadece bildiri yayınlamakla yetinilmemiş, Diyarbakır Ulucami'de Mehmed Selim Efendi'nin adına hutbe dahi okunmuştu. Tabii kendisinin bundan haberdar olup olmadığını bilmiyoruz.

Ancak burada asıl dikkat çekmek istediğimiz husus, kurulacak bir Kürt devletinin başına Türk/Osmanoğlu şehzadelerinden birinin getirilmesi, dahası, Şafii mezhebine bağlı Kürtlerin başına Hanefiliğin koruyucusu olan bir hanedan üyesinin seçilecek olmasıdır. Ve nihayet herhangi bir şehzadenin değil, bir zamanlar 'Kürtlerin Babası' (Bavê Kurdan) diye meşhur olan Sultan II. Abdülhamid'in en büyük oğlunun bu makam için tercih edilmiş olmasıdır.

Kürt tarihi uzmanı David McDowall'ın da dediği gibi, kurulması için bayrak açılan Kürdistan'ın başına Kürt olmayan bir liderin geçirilmek istenmesi, Şeyh Said isyanının hakikaten milliyetçi bir isyan olup olmadığı şüphesini uyandırıyor ("A Modern History of the Kurds", I.B.Tauris, 2004, s. 197-198).

Şeyh Said isyanı gerçekten milliyetçi bir isyan olsaydı, Kürtlerin başına bir 'Türk'ü getirmeyi düşünürler miydi? David McDowall, Şeyh Said'in halife olarak kendisi dahil hiçbir Kürt aday göstermemesini, isyanın milliyetçi olmaktan ziyade, "Kürt dinî partikülerizmi"ne ("Kurdish religious particularism") dayandırıyor. Bir başka deyişle Kürtlüğü savunuyor ama bunu dinî bağlılıkla ve dine bağlanmanın kurtuluşa erdireceği inancıyla yapıyorlardı.
Yani Türkler Hilafeti kaldırmakla dinî önderliklerini kaybettiler, şimdi sıra Kürtlerde. Ama Halife yine Osmanlılardan olacaktı, zira ümmeti bu aileden başkası toparlayamazdı.

İşe bakın ki, Mehmed Selim Efendi bu işlerin adamı değildi ama oğlu Abdülkerim Efendi, tam tersine atak bir yaratılışa sahipti. Maceracıydı. O kadar ki, Japonlar 1933'te kendisini davet edince kalkıp Tokyo'ya gitmiş, Japonların desteğiyle Uzakdoğu'da yaşayan Türk-Tatarları bir bayrak altında toplamak ve bu defa Türkistan Kralı olmak üzere Çin'e karşı harekete geçmişti. Ancak hayalleri kısa zamanda tuzla buz olan atak Şehzade, 1935 Ağustos'unda New York'ta bir otel odasında ölü bulunacaktı. İki yıl sonra da babası "Sultan Selim" ölecekti.

Kadere bakın ki, Mehmed Selim Efendi Kürtlerin, oğlu Abdülkerim Efendi ise Türkistan Türklerinin başına Halife yapılmak istenmişti. İkisi de olmadı. Baba Şam'da, oğul ise New York'ta son uykularını uyumaktalar.

(Mustafa Armağan, 10.01.2010, Zaman Gazetesi)